Telefondaki Yaprak'mış:
- Kız Jale nerelerdesin? Ben Yaprak…
- Aaa Yaprak sen ha! Kız nasılsın?
- Ben iyiyim, seni merak ettiğim için aradım.
- Niçin?
- Çin Lokantası çıkışı Tanju’yla seni bekledim. Onunla bir gün önce telefonda sözleşmiştik. Sana söyleyecekti. Az önce aradım, açmadı. Bu sefer de seni aradım. İyi misiniz kız?
- Ah, Yaprak! Ne oldu kız söyle? İnsanı meraklandırma!
- Sana geleceğimizi söylemeyi unutmuş. Çok üzüldüm. Sen neredesin? Şimdi geleyim mi?
- Çoktan eve döndüm.
- Keşke seni de arasaymışım.
- Aman, mesele unutmak olsun. Siz iyisiniz ya…
- Bir aksilik oldu diye korkmuştum.
Çin Lokantası ziyafetinden sonra Yaprak ile birkaç kez telefonla görüşüp iş çıkışında da buluşmuş, Abant gezisinden, Çin ziyafetinden ve orada yapılan sohbetlerimizden, istikbâle dönük çok daha güzel şeylerden konuşmuştuk. Evimize geldi. Tanju ile beraber ona mahallemizi gezdirdik. Sahile indik, denizi seyrettik. Tanju'ya bakar mısınız? Nasıl unutulur böyle bir şey? Yaprak’tan defalarca af dilemek mecburiyetinde kaldı garibim.
Asıl mesele, ne bizim aslımıza dönecek kuvvetimiz vardı, ne de onların bizim yakamızı bırakmaya niyetleri. Hiç nefes aldırmıyorlardı ki kendi kendimize plan yapalım. Bakalım bu pazar bizi nereye sürükleyip götürecekler bu “BİTİRİMLER?”…
***
ÖLMÜŞ KABAK!..
Bak,
Değil tabak,
İşte karşıda top gibi bir kabak.
Evir çevir bak,
Hem ne kabak.
Yaprakları fil kulağı gibi kocaman,
Çiçeği sarıdan borazan.
Dikkatli ol aman ha aman!
İncinmesin,
Kırılıp dökülmesin.
Kabak tadı verdin,
Kızınca derler ya;
Onu sanma…
İstersen hiç ağzına alıp anma!
İsmini değiştir,
Yükseklere eriştir,
Süsle püsle karıştır.
Ona bak,
Evir çevir yine bak.
Kabak gibi kabak
Karpuza deme kabak
Sonra sana derler ahmak!
Ne derlerse desinler,
Oturup birbirlerini yesinler.
Yine kabak yine kabak
Al bak,
Bal gibi KABAK!
***
İstanbul'un tarih, kültür ve sanat yuvası sonsuz ufuklarına bakan Beşiktaş’ın kenar semtinde üç katlı eski bir binanın giriş dairesinde oturuyordum. Her akşam sabah erkenden evin işini bitirir, sofrayı hazırlar Tanju’yu beklerken pencereden dışarıyı seyrederdim.
Çatısı, sanki çanak anten ormanı gibiydi evimizin. İnce, uzun, yuvarlak alüminyum ve paslı demirlerin muhtelif gölgeleri sokaklara kadar uzanıyor, sonbaharın tozlu rüzgârıyla uçuşan kurumuş yapraklar, çukurları dolduruyordu. Taze av peşinde koşan martılar, duvardan duvara atlayan kedicikler, korna sesleri, çocuk bağrışmaları şehir ambiansı olarak birbirine karışıyordu. İki bölük asker gibi tek sıra sıralanmış akasyaların süslediği yol, taa sahile kadar iniyordu. Daha önce üzüm bağlarının olduğu yer şimdi yüksek binaların yapıldığı site olmuştu.
DEVAMI YARIN