Taşımak mecburiyetinde olduğu 'yük' giderek ağırlaşıyordu...

A -
A +
Kendini bildi bileli hep maksadı doğrultusunda gitmişti ama bu iş hiç de kolay olmuyordu...
 
Kabına sığmaz kalbinin tam üstündeki solgun ceketinin cebine koyduğu tükenmez kaleminin rengi de solmuş geliyordu Ali'ye... İlk defa kalemin cebinde küflenmekte olduğunu düşündü. Şimdiye kadar birkaç defter doldurmalı düzinelerle tükenmez kalem tüketmeliydi. Oysa hâlâ hiçbiri olmamıştı. Bu nasıl söz vermek ve yazmaktı? Onun yazmasına mâni olanları kastederek; "Bu kötü insanların her biri iki ayaklı şeytan" diyecekti, yutkundu. “La havle…” çekti, yürüdü.
Bir aynı yerlerden, aynı hızla geçebilse, Yılmaz yanında olsa ve belinden tutup ileriye doğru ittirse, parkın engin yeşilliklerinin başlamadığı yerlerde, çalılıkların içinde ellerinde kalan son parayla alınmış simitlerle gülüşüyor olurlardı...
Son ateşini saçan güneş ve ısırgan otları çıplak kollarını yakıyor, gözlerinin altında biriken ter damlaları gözyaşıyla buluşup yanaklarından aşağı yol ediyordu. Kum rengi saçlarının arasına adını bilmediği tozpembe polenler, küçük böcek larvaları karışmış hissediyordu. Taşımak mecburiyetinde olduğu görünmez yük, giderek ağırlaşıyor, bacaklarına sarılan pantolon sanki etini yiyordu. Oysa o dar elbiselerden oldum olası nefret ediyordu. Yılmaz'ı geride bıraktığı düşüncesi aklına gelse de terlemiş, ıslak gömleğiyle köpeğin peşinden gidişine takılıyor aklınca. Ağlamaklı oluyor ama kendini tutuyor ve alev almış yanan yanaklarına dokunan yaşlar buharlaşıp uçuyor sanıyordu. 
Kendini bildi bileli hep maksadı doğrultusunda gitmişti ama bu iş hiç de kolay olmuyordu. Hakikati aslında hiç bilememişti. Hep rahmet olup yağmak, taşları, çimenleri ve akla gelebilecek canlı ve cansız her şeyi rahmete doyurmak istiyordu. Mümkün olduğu kadar kimse acı çekmemeliydi. Karınca misali ateşi söndürmeye gidenlerden olmalıydı ama o devasa ateş nerede, kendi neredeydi? 
Evlerinin önünde bir şeylerle meşgul olan anacığı, eski zamanlardan kalma tülbendiyle bembeyaz bir bulutun içindeymiş gibi flu görünüyordu. Hep vardı ve oradaydı; babasının ve çocuklarının yolunu gözetlemekten bıkmıyordu, sanki aslı vazifesi; gideni uğurlamak, geleni karşılamaktı. Onlar eve dönene kadar kalbi pır, pır atar dururdu zavallının. “Ya başlarına bir hâl geldiyse…” diye endişelenir, kendini harap ederdi. Hep korku, hep üzüntü… 
Ona varan yolda düşüp kalkmak, hâlinden anlamak, şakalarına tebessüm edebilmek ve doğru yerde, doğru bir şekilde aydınlanmak, umut olup huzur dağıtmak ise onlara düşüyordu. Güneş soluğu perdeleri olan odalarının bir köşesinde yusyuvarlak uyuyup kalakalmak zamanı çoktan gerilerde kalmıştı. Fedakâr anacığının arzu ettiği şeyleri bulup getirmek, zor günler için para biriktirmek zamanıydı...
Ah! Nerede o köyümüzdeki günler? Şimdi ne o mekânlar vardı ne de o insanlar… Hele samimiyet ve de insaniyet hepten rafa kaldırılmıştı. Kesif bir toprak kokusu, eve yaklaştığının ikinci işaretiydi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.