Uzun zamandır Tanju ile görüşmüyorduk, o kendi âleminde ben de kendi yalnızlığımdaydım.
Herkesin kendine göre ciddi bahanesi vardı. Benimkisi: “Adam gibi yaşayalım…” Tabii böyle “laf olsun beri gelsin” kabilinden yazdığım ve istediğim şeyin ne olduğunu ben de bilmiyordum. Onunkisi ise: “O kadar borcun altına girdim, daha çok çalışıyorum, başka ne yapayım?”
İşten geldim, itinayla seçip aldığım eşyalar, öcü gibi görünüyordu bu sefer de. Ben onlara baktım, onlar bana. Kaç gündür Tanju’dan ayrı, uğruna ne terlerin döküldüğü eşyalarımla tek başımayım. Hepten terk edilmiş, aldatılmış bir zavallı gibiydim.
***
Tuhaf huylar edindim. Dalıp gidiyorum bu sıralar, her ne hikmetse.
Canım sıkkın. Kalktım mutfağa geçtim. Evde olan hazır malzemelerle bir yemek yapayım dedim. Tel sepetten buruşmuş soğanları aldım, kabuklarını soydum, dilimledim, pembeleşinceye kadar kızarttım. Biraz domates rendeledim, bir kaşık da salça ilave ettim. Akşamdan suya yatırdığım fasulyeleri döktüm üzerine. Biraz tuz serptim, çok az da şeker, kırsın diye anneciğimin gönderdiği ev yapımı salçanın ekşiliğini. Önce harlı ateşte kavurdum biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdim. Serdim keten masa örtüsünü, koydum üzerine iki tabak, ortaya da bol soğanlı bir salata. Gözlerim yaşardı. İçimden “Keşke sadece soğan doğrarken ağlasaydım…” dedim gayr-i ihtiyari. Buharı üzerinde koydum yemeği tabaklara, bir ekmeğin ucundan kopardım, uzattım Tanju’ya…
Adam kafasını kaldırmadan aldı ekmeği, bir lokma kopardı, attı ağzına. Bir kaşık da yemekten aldı, sonra çekti örtüyü, sofranın altını üstüne getirdi. Yemeğin tuzu eksikti, adamın insanlığı… İçindeki öfkeye, eksik olan tuzu bahane etti, hıncını benden çıkardı. Yumruklar, tekmeler, o hırsla kırabilirdi ben zavallının kemiklerimi, ama kelimeler kadar canımı yakamazdı hiçbiri. Ne kadar ağır yara alsaydım da kemiklerim iyileşirdi zamanla, ama ruhum hiçbir zaman iyileşmezdi benim.
Bundan sonra bana uzanan her ele karşı ürkek kaldım. Hırpalandım, hor görüldüm, aşağılandım, görünmez bir hançerle kalbimden yaralandım, öldürülmekle burun buruna kaldım. İnsan gibi yürüyebileceğim bir yol bırakılmayınca, mecburen kendi içime doğru yürümeye başladım ve sonunda derin, dipsiz yalnızlık kuyusuna düştüm. Kendi kuyusuna düşen insanın orada boğulması kaçınılmazdı zaten...
Sonra bir gün kendimi esir eden bu hayattan kurtulmak istedim. “Bu yemeğin tuzu niye eksik, bu çocuk neden ağlıyor?” gibi sudan bahane ve sebeplerle daha fazla ölecek canım kalmamıştı.
Bir boşanma dilekçesine imza attım, sokağın köşesini döner dönmez iki el silah patladı. Belki de hayatımda ilk kez kendim için bir şey yapmaya cesaret ettim. Elli metre menzilli bir tabancadan çıkan iki kurşunla iki seksen yere düştüm.
“Ah vah!”lar çekerek alıp götürdüler, hiç uğramadığım bir camide namazım kılındı. Yakınından geçmeye cesaret edemediğim, pek korktuğum bir kabre gömüldüm… Gazetelerde “Hızlı yaşadı genç öldü Jale” diye geçti adım... DEVAMI YARIN