“Umudum Hasan’ımdadır, başka kimsem yoktur...”

A -
A +
Uzun geceler biteceğe benzemiyordu. Kimseler duymasın diye hiç inlemedi Hasan...
 
Anacığı baş ucundan hiç ayrılmadı. Gözü hep üzerinde. Ara ara baş ağrısı tutan Hasan, sayıklamaya başladı. Neler konuşuyordu canından canı? Kulak kabarttı. Bir şey anlamadı. Bu hâlini; hastalığının ağır olduğuna, iyileşmesinin zor olduğuna yordu. Bir taraftan ağlarken diğer taraftan hayalinde felaket tabloları çizmeye başladı. Gözünün nuru evladının ölüp toprak olduğunu, bu yükselen feryatlarını da aslında birer mezar iniltisine benzediğini düşündü. Bu kötü felaketten sıyrılıp çıkmak için ellerini kaldırıp Allahü teâlâdan yardım istedi. Yanık kalple duâlar etti. Çünkü ümidi hep bu evladındaydı. Nene, zaten gelin olup gitmişti. Şimdi, zoraki bir arada olsalar da yarın herkes kendi evine dönüp ocağını tüttürecekti. “Umudum Hasan’ımdadır, başka kimsem yoktur” diyordu. Ömrünün tek semeresi, bu olduğu için onun sağlığına kavuşup uzun seneler yaşamasını, çoluk çocuk sahibi olmasını, baba ocağını tüttürmesini yani ikbâlini çok arzuluyordu.
Anacığının çaresizliğini, hepten yıkılışını gören Nene, ona destek olmaya, sıkıntılarını azaltmaya çalıştı, teselli etti elinden geldiğince.
- Sakın ha anacığım! Bu bedbîn ve karamsar hislerinizi kabartmayın! Abartmayın da! Abime hiç hissettirmeyin ne olur! Evet, şimdi çok hâlsiz ama iyileşecek inşallah! Bakın son güz olmasına rağmen hava ne güzel açtı, demek ki dadaşım da yakında şifa bulacak!
- İnşallah güzel kızım, canım evladım inşallah! Neylersin ki ana yüreği, hükmüm geçmiyor nefsime, elimde değil Nene!.. Elimde değil!
- O zaten yıkılmış, bir de bizim hâlimizi görüp üzülmemeli!
- Pehlivanım gitmiş! Erimiş, solmuş!
İhtiyarlamış, pir-i fâni gibi görünüyordu yirmi üç yaşındaki asker Hasan. Toprak, çamur, barut kokularından uzak bir gece geçirmiş fakat ağrılarından uyuyamamıştı. Muhterem anacığı, taze gelin Nene bacısının bir daha üzülmesini istemediğinden hep iyi olduğunu söylemiş, geç saatlere kadar uykusuz kalmamaları için de;
“Bakmayın zayıflığıma, iyiyim, sadece yorgunum, uyumam lazım! Siz de yerlerinize geçin! Sabah konuşuruz!” diye zar zor ikna edip göndermişti odalarına.
Uzun geceler biteceğe benzemiyordu. Kimseler duymasın diye hiç inlemedi. Zaten yavaş olan hareketleri işini kolaylaştırıyordu da. Çok şeyler düşündü ama aklına gelenlerin en başında ölüm vardı. Müthiş ve de çok büyük hakikatti. O kadar yakında olduğunu hissetmesine binaen hayat, bambaşkaydı. Nefes alıp verdiğine sayısızca şükretti. Derinden yanık sesli müezzinlerin okuduğu sabah ezanları kalbini yerinden sökecekmiş gibi attırdı. “Hasretini çektiğim Erzurum sesi, vatanımın ezanı, ah memleketim ah!” dedi, inledi. Ağır ağır yatağından kalktı.
Tanımıştı Osman Bedreddin Hafız’ın yanık sesini. Hele okuduğu sabah ezanı, ruhunu okşuyor, ona huzur veriyordu. O muhteşem ses, uzakta olmasına rağmen, sanki yanı başında, oda içinde yankılanıyordu. Kurumuş gözleri yaş doldu. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.