'Vahşi Sükûnet' ismini herhâlde bu havasından dolayı almış!..

A -
A +

Burası, tarihin zihin karmaşası, hayvanatın delirdiği yer. Gelene, görene sirayet eden çılgınlık, akıl tutulmasının alışkanlığa dönüştüğü mahal.

 

 

 

Ormandan giriş yaptıktan sonra oldukça çetin bir yürüyüşün ardından ulaşılabiliniyor. Yol yok. Onu da kendin buluyorsun tecrübelerinle. Her bir dere, çıkmaz sokak gibi. Yan yana sıralanmış mağaralardan oluşan inler, alt tarafında uzayıp giden lacivert derya misali göl, hemen yakınında Dicle ve bir dere ötede şelâle var. Semt "Vahşi Sükûnet" ismini herhâlde bu havasından dolayı almış. Eski çürümeye ramak kalmış devasa kütüklerle yeni, taze fidanları yan yana görmek mümkün. Ağaçlar her tarafı kaplamış. Burası, tarihin zihin karmaşası, hayvanatın delirdiği yer. Gelene, görene sirayet eden çılgınlık, akıl tutulmasının alışkanlığa dönüştüğü mahal.

 

Hâlbuki bu gibi insan ayağının ve elinin fazla değmediği yerlerde dikkatimi açık tutabilirsem, daima şaşırtıcı, ibret alıcı bir şeyler bulabilirdim. Taklidi zor olan, tenimize yapışmadan ve içimize yerleşmeden bakılan tabiat. Fukaralıkla debdebe, acıyla tatlı, sıcakla soğuk iki zıt şeyin bir arada bulunduğu, birlikte yaşandığı mekân…

 

Eski Bağdat, muhteşem Şattü’l-arab, hatta devlet sultanlarıyla halifelik, bu muhteşem görüntünün dışında kalmıştı. Sık sık umulmadık şekilde ve yerde birden bir hayvanın sesi duyuluyor ve aynı hızla da kayboluyordu.

 

Kasabadan kasabaya, aşiretten aşirete, devirden devire değişen eski zaman kumaşları gibiydi ortalık. Nerede, nasıl, kimler tarafından dokunduğu hesaba katılmadan büyüleyici ve bir o kadar da ferahlatıcı güzelliğe sahipti. Alından moruna, sarısından akına çeşitli renkteki motifleri unutmak ne mümkündü. Hülasa, baş döndürücüydü. Hangi geçmiş zaman güzelinin boynunu, kollarını süslediği bilinmeyen paha biçilmez mücevherler, bu çimen ve çiçek kokan dünya, bilinmezin cazibesiyle beni saatlerce kendine ram edebilir, öyle tutabilirdi. Eski şark değildi, yeni de değildi. Burası iklimini değiştirmiş zamansız hayatın yaşandığı saklı yerdi.

 

Delicesine bir o kadar da karışık hisler içinde bu harika göl kıyısında etrafını gezip seyrediyordum. Olacak bu ya! Bir ara gözüm sudaki görüntüme takılıverdi. “Hakikaten bu görünen adam ben miydim?” diye öyle alık alık baktım… Ve kendimi pek farklı buldum. “Bu çirkin surat bana mı ait?” dedim, gayr-i ihtiyari. Hayat dolu o kocaman Behlül gitmiş yerine üzüntülü, kederli, asık suratlı biri gelmişti.

 

Köpekler havlayarak bir tavşanın mı ne peşi sıra takılıp uzaklaştılar. Ne ileri gidebiliyordum ne de geri… Bulunduğum yerde öyle kalakalmıştım. Sudaki aksime bakarken yanımda bir maymun peydahlandı. Ona döndüğümde, sanki lisan-ı hâl ile bana “Merhaba” dedi, cevap alamayınca da dik dik yüzüme baktı. Yine lisan-ı hâl ile “Ooh! Ne güzel hayat! İstediğin zaman geziyor, istediğin zaman uyuyorsun; üstelik gölde ne kadar da güzel görünüyorsun, sana imreniyorum Behlül...” demez mi? O hissiyatla yeniden suya nazar edince hem şaşırdım, hem de sevindim. Tekrar baktığımda sanki başka birine bakıyordum…

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.