Kahraman "Yarım Çavuş" çok içten konuşuyordu:
- Siz evlatlarımız rahat yaşayasınız diye bu memlekete tam beş sene askerlik yaptım. Hem de ne askerlik, kelle koltukta! Kar, kış demedim, açlığımı kimselere hissettirmedim, kimseye de şikâyette bulunmadım! Bir gün bile keyfimi, ciğerparem bebelerimi düşünmedim. Yalnız Allah dedim, vatan dedim, millet dedim, din dedim, devlet dedim! Gece gündüz çalıştım, didindim; gâvurların esaretinden kurtulalım, ezânları susturmayalım dedim. Başka bir derdim, emelim olmadı, olamazdı da! Azgın düşmanlarla kaşa kaş, dişe diş mücadele ve muharebe ederken; şu bayramını kutladığınız, çok özendiğiniz, “medeniyetin merkezi” dediğiniz Fransızlara esir düştüm. Gördüm ki; bu gâvurlar Müslümanları en çok bayramlarda bir de ramazan ayında katlediyorlar. Ellerinde esirdim, içim yana yana dediklerini yapıyordum, derken onların özene bezene hazırlandıkları ve pek mühimsedikleri bayramları yani “Yılbaşı”ları geldi. Beni şehrin kalesinde, Fransız işgal ordusunun iç hizmetinde kullanıyorlardı o zaman. Bir akşam, sizin şimdi yaptığınız gibi masaları donattılar, isimlerini bilemediğim içki şişelerini açtı, sıraladılar. Bana da kırmızılı beyazlı bir elbise giydirdiler. Başıma da bir kukuleta taktılar. Lisanlarından anlamıyordum, ne yapmak istediklerini de tam bilmiyordum. İşaretle ve çat pat öğrendiklerimizle akşam yapacakları eğlencede hizmet etmemi istediklerini anlamıştım. Noksansız hazırlanmışlardı zaten. Bir müddet dediklerini yaptım. Derken bana masalarındaki hizmetten başka bir şey daha yapmamı istediler.
Diğerlerine göre daha iyi Türkçe bilen bir Fransız subayı: “Hey Turko! Hey nouvel an!/Hey ÇAVUŞ! Şu sağ taraftaki kapıyı aç! İçeridekilerden birer tane getir! Dikkatli ol ha!”
Mecburen işaret ettiği yere gidip kapıyı açtım. Bir de ne göreyim? Elbiseleri soyulmuş, yaşları on dört, on beş gibi tahmin ettiğim Türk kızları; iki gözü iki çeşme ağlaşmıyorlar mı? Başım döndü, gözlerim karardı, içim sızladı, yandım, kavruldum! Çırılçıplak, üryan, zavallı kızcağızlar utançlarından birbirlerine sarıldı, elleri ile vücutlarını kapatmaya çalıştılar gayr-i ihtiyari. Gözlerinden yaşlar oluk gibi akıyordu. Bana bakarak yalvarıyorlardı:
“Ne olur mösyö! Bize acı! Verme onların eline!”
“Öldür mösyö! Kanımız helâl olsun! Öldür!”
“Ne olursun bizi öldür de kirletme!”
“Vay başımıza gelenlere! Vay! Vay!”
Önce; bana neden mösyö dendiğini anlamamıştım. Sonra üzerimdeki elbisenin farkına vardım. Bu giydirdikleri; ‘Noel Baba’larının kıyafeti idi. İçerideki Müslüman Türk kızları da beni bundan dolayı ‘Noel Baba’ sanmışlardı… Niçin hırçınlaştığımı anladınız mı? O zamanki ruh hâlimi düşünebiliyor musunuz? Zerre kadar da olsa hissiyatımı anlatabildim mi?
- !!!
DEVAMI YARIN