"Yılmaz, seninle hususi konuşalım olur mu?.."

A -
A +
Sınıfın o keyifli havası yine gitmiş, yerini somurtan çocukların olduğu bir sınıfa bırakmıştı...
 
 
“Çok güzelmiş öğretmenim” diyen Ali, insanların kendinden çok başkalarını düşünmeleri lazım geldiğini, insanlık o rütbeye ulaştığında da hiçbir problemin kalmayacağını, almada değil vermede yarış başladığında insanlık medeniyetinin zirve yapacağını açıklayıp verdiği misallerden dolayı öğretmenine teşekkür ettiğinde Yılmaz, hemen parmak kaldırıp;
-Öğretmenim!
-Yılmaz, evladım bir şey mi diyeceksin?
-Evet, öğretmenim! Dedem der ki; “Bekâra karı boşamak kolaydır…” Rahmet, pardon Ali arkadaşımız da “hep verelim” diyor ama verecek nesi varmış ki çok merak ettim de?
-Yılmaz, seninle hususi konuşalım olur mu?
-Nasıl isterseniz öğretmenim...
Sınıfın o keyifli havası yine gitmiş, yerini somurtan çocukların olduğu bir sınıfa bırakmıştı. Ali; babasından duyduğu; “Bir alaca dana koca bir nahırı (sığır sürüsü) bozar…” sözü geldi. “Lahavle” çekti, sessizce.
             ***
    BABA OĞUL
Eski, güneş soluğu perdenin aralığından, göz kapaklarını yırtarcasına içeriye süzülen sokak lambasının ışığı, uykulu gözlerini âdeta açmaya zorluyordu. Tek istediği şey biraz daha istirahat edip işe dinç olarak başlamak, mektebineyse huzurla gidebilmekti. Uyumak için arkasını dönüp ızdırap veren düşünceleri bitirmek istediğinde bu kez de kâbusun içinde buluyordu kendini. Aslında Ali, bir çıkmazın içinde debelenip duruyordu. Ne edip edip ya uyumalıydı ya da artık tamamen uyanmalı...
Havanın aydınlığına göre sabahın ilk saatleriydi, Uzaktan yakından duyulan ezan seslerine karışan çöp arabalarının taktukları, korna, motor gürültüleri, kepenk açma sesleri... Uyanmaya zorlayan düşünceleri, işkence altındaki gözlerine şimdi bir de kulakları muhatap oluyordu. “Gel de uyu” dedi, yorganı başına çekti. O, pembe bulutlarda uçtuğu rüyalarına dönmek istiyor, hayatın acımasızlığı içindeki keşmekeşe tekrar başlamamak için hem kendine, hem sokak lambasına ve bütün o bağırış çağırışlara o da sessiz çığlıklarla karşılık vermek istiyordu ama nafile… Derin uykulardan zar zor uyandırılıyordu. Ayağa kalkmaktan başka yolu kalmamıştı. İlk işi yüzünü serin suyla yıkayıp şöyle biraz dolaşmak, sabahın soğuk havasını iliklerine kadar hissetmek, sonra da simitlerini dağıtmaya gitmek ve mektebi... Ah! Bir de Yılmaz olmasaydı ah!
 Yataktan doğrulup olduğu yerden, öylece hayatının ardını arkasını düşünürken babacığının sofrada bir şeyler yazdığını fark etti. Mahmur gözleri hepten açıldı. 
 Şükriye anacığı yine ayaktaydı. Her sabah ne derdi? “Ah çileli anacığım ah! Senin için ne yapsam az! Hiç hakkını ödeyemem ki!” Evlatları doya doya uyuyabilsinler diye yapmadığı yoktu. Daracık evin içinde bir kelebek hassasiyetiyle yürür, kap kacağın sesi asla çıkmazdı. Babacığıyla bile el kol hareketleriyle anlaşırdı. Bak yine aynı hassasiyette sofrasını hazırlamış, hiçbirinin ruhu bile duymamıştı! Önce evlatlarını kocasını düşünmesi var ya… onu yükselttikçe yükseltiyordu Ali’nin gözünde. Sanki kendi bu dünyada yok da sadece hane halkı vardı. Yemez yedirir, giymez giydirir, üşümez ısıtır. Bir gün olsun şikâyet ettiğini gören, duyan olmamıştı. Bu hak nasıl ödenirdi? Cevabını bilmiyordu Ali. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.