Zümrütten ağaçları seyretmeye doyamıyordum. Ta ufka doğru uzayan yeşilin tonlarını izah etmek ise zor, ancak görmek lazımdı.
Çıktığım çamdan indim, oksijen deposu temiz havayı ciğerlerime çekerek ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladım. Sık bitki örtüsünün toprağa basmaya izin vermeyen yapısı yüzünden ağaçların dallarını çiğneyerek yerden belki de birkaç karış yüksekte ilerlemek mecburiyetinde kalıyordum. Kuru dallara, ismini bilemediğim çalı ve dikenlere oramı buramı çarpmamak için çok çaba harcadım. Her ağaç bir şahsiyet gibi geliyordu bana. Ne derseniz deyin, ben kendimi yürümeyen insanların arasındaymışım gibi hissediyordum. Bir fidanın gövdesine dokunduğunuzda teninin titrediğine şahit olmuş muydunuz? Toprak ananın kuvvet ve kudretini, bu muazzam güzellikleri Yaratanı sezebilir misiniz onlara bakarak? Sakın ağaçların bir yere çakılı olduklarına aldanmayın, envaiçeşit kuşlar onlara göklerin uzak ufuklarından haber getirirler. Birisi dalını kırdığında, insanoğlunun kolu kırılmasına benzer bir feryat koyuverdiğini işitir gibi oluyordum! Sözün özü; ağacı ve ormanı çok sevdiğimi burada bir daha anladım.
Ormanı binbir zorlukla geçtikten sonra ağaçsız boşluğa ulaştım. Bir o kadar çabayı da buradaki kayalıklara tırmanabilmek için harcadım. Zirveye ulaşmanın insana verdiği “Her zor şartlarla baş edebilirim” hissini tatmanızı tavsiye ederim. Ellerim yara bere içinde kalsa da yükseklere çıkmak ayrı bir haz veriyordu insana. Her yanım ağrıyordu ama çok mesuttum çok!
Yorgunluktan bitap düşmüş bedenimi sırtüstü sonsuz göğün altındaki çimenlerin üzerine yığılırcasına bıraktım. Hiç kimsecikler görünmüyordu ortalıkta.
Kalabalıklar içinde hissetmeye çalıştığım yalnızlığın şimdi hakikisiyle tanışıyordum. Bütün dünyada bir ben yalnızdım sanki. Hafif hafif esen rüzgârla birlikte mavi semada nar küre gibi yükselen güneş, etrafını kırmızının tonlarına boyuyordu. Rengini güneşten alan kızıl pamuk istifi bulutlar, hızlı hızlı akıyorlardı tepemden. Dünyanın dönüşünü, zamanın su misali durmaksızın akışını seyrediyordum…
“Nereye gidiyorsanız beni de götürün. Tıpkı masallardaki uçan halılar gibi binseydim üzerinize... Siz nereye ben de oraya gitseydim…” Kimsenin ama hiç kimsenin olmadığı müreffeh bir dünya arzuluyordum. O zaman hayatın ne mânâsı kalırdı bilmiyorum ama bu gidişle yalnızlığı sevmeye başlıyordum galiba...
Tekrar tekrar bulutlara seslenmekten büyük bir keyif alıyordum. “Şimdilik güle güle göklerin süsleri. Merak etmeyin sizinle gelmeyeceğim, çünkü bu çimenlerin üstünde de huzurluyum…” Sonsuzluğu kucaklamak ister gibi kollarımı boşluğa uzatırken, ruhumun huzur ve saadetimin uçup gideceğini zannediyordum. Hislerim içimde dalgalanıp dururken hüngür hüngür ağlamaya başladım. “Tanju’mu zor buldum, kolay kaybetmek istemiyordum Allah’ım! Ya Rabbim, beni hep iyilerle karşılaştır, kötülerden uzak eyle, razı olduğun şekilde bir hayat nasip et. Bana dayanabilme kuvveti ver! Yoksa ne yapabilirim bu kadar iç ve dış düşmanın içinde?” dedim, ağladım. DEVAMI YARIN