Zamanla alıştığım köyümde ilk defa sokağa çıkmıştık ki!

A -
A +
 “Üzülmeyin burası ecdat yurdu, öz ata, dede toprağınız, hakiki yuvanız. Köyünüze hoş geldiniz…”
 
Sabahtan beri bize arkadaşlık eden kızıl nar bir küre gibi güneş, ufka gelmiş ve hatta onu aşmıştı ama biz hâlâ köyümüz diyebileceğimiz bir yere varamamıştık. Amcamın; “Az kaldı uşaklar…” dediği yer; neredeydi ki görünmüyordu? Sonradan öğrendiğim Ağdaş denilen bayırın yukarıdan aşağı kademeli alçaldığı yamaçlarının bittiği koyu yeşil kavaklık, hasretini çektiğimiz “AHA” imiş meğer. Ancak karanlıkta girdiğimiz tenha sokaklar, pek ürkütücü gelmişti bana…
“İşte köyümüz! Gözümüz aydın olsun uşaklar!” deyince Osman amcam; devasa taş binadan başka bir şey görememiştim ilkin. Bu önümüzde yükselen eser, Narman’ın en meşhur camisiymiş meğer. Karanlık olsa da çocuk merakıyla etrafı tanımaya çalışıyorum. Dağlara, oradan başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum; yüksek lacivert dağlardan sonra koyu bulutların arasından bize göz kırpan yıldızlar; “Üzülmeyin burası ecdat yurdu, öz ata, dede toprağınız, hakiki yuvanız. Köyünüze hoş geldiniz…” der gibiydi…
             ***
Nereden geldiğini tahmin edemediğim yağmur tanecikleri, kısa zamanda sağanağa dönüştü. Sadece aklımda kalan anacığımın “Gök de ağlıyor hâlimize” dediğiydi. Hüsna Ninem, “Küçük Ana” lakaplı Nezaket Nine, Esma Aba, Abdullah, Hamdullah, Nusret ve Tevfik amcazadelerimizin muhabbetle; “Hoş gelmişsiniz yeğenlerim…” dediklerini ve sayılamayacak kadar çocukların bağrışmalarını hatırlıyorum hayal meyal…
Tepesi görünmeyen, kara heyula gibi yükselen Gökdağ’ın gölgesi altında köyümüz, basit köstebek yuvası gibi kalmıştı. Devasa dağın gök rengi aksine, evlerimizin tam karşısında sıralanan tuğla renkli kayalıklar, gece gündüz derinden çağlayan çay, iki sene boyunca en çok bakacağım yerler olacaktı.
             ***
Babacığımı hiç unutamıyordum, her yerde gözüm onu arıyordu. Zamanla alıştığım köyümde ilk defa sokağa çıktığım gün, babamın yaşında, tıpkı ona benzettiğim birini gördüm. Çok heyecanlanmıştım. Gözlerimi, adamın üzerinden alamıyordum. Sonra isminin; “Mehmet Çavuş” olduğunu öğrendiğim köylümüzü her gördüğümde o heyecanı hep yaşayacaktım. O da anlamış olacak ki; her karşılaştığımızda tebessüm ederek bana göz kırparak cevap verecekti.
Anneciğimin yanıp tutuştuğu, dilinden bırakmadığı, epey zamandır görmediğim, içten içe hasretini çektiğim babacığım, kılık kıyafet değiştirmiş çıkagelmişti sanki. “Gel boynuma sarıl, hadi ne duruyorsun!” der gibi bir hâli vardı adamın. Esvap diye taşıdığı yünden ceket ve pantolonu, vücudunu yarı yarıya örtebiliyordu. Kolları, bacakları uzunca iki değnek ve bunların üstünde, göz oyuklarına dumanı olmayan kor sokulmuş bir kafa ha bire bana bakıyordu... Kendi kendime aklımdan neler geçirmiyordum ki? “Bizden önce gelmiş, kıyafetlerini değiştirmiş olmalıydı! Bu babam değilse ya kimdi?” diye söyleniyor, öbür dünyaya mensup olanların heybetini taşıdığını sandığım bu köylümüzden gözlerimi alamıyordum. Daha fazla dayanamadım tabanlara kuvvet koştum. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.