Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur!..

A -
A +
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir!” 
 
Döndürülen amansız entrikaların ardı arkası gelmiyor, bitmek nedir bilmiyordu! Bir yanda hiçbir zaman kalbinden çıkartamadığı sevgilisi Mehmet Abdullah dadaş, öte yanda birkaç aylık canından can Nazım’ı ve tarihî hadiseler yumağı… Kaybedilmesi planlanan koca devlet, ellerinden alınmak istenen şarkın incisi şehir, kaybedilen ve kaybedilecek nice civanlar! Ve aklında hep aynı sual: “Devlet mi, yoksa zillet mi?”
“Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.” Kim nerede, niçin söylemişti bu cümleyi hatırlamıyordu, ne yazık ki doğruydu… Doğruydu da, biraz eksikti. “Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir!” demek lazımdı.
Nene, artık o Çeperli’deki hanım hanımcık gelin değildi. Komşu kızının boynunda haç ile haramilik yapması ve gizli din taşımasının anlaşılması hadisesi aklını başından almıştı. O nasıl bir ruh hâliydi ki, senelerce kendilerini gizlemiş, kimse hiç şüphelenmemişti. “Ben bir Ermeni kızı kadar olamayacağım mı” diyor, başka bir şey demiyordu. Bu hissiyatla her gün Tabyaları görebilecek en yakın noktaya kadar gelip bildiği sûreleri okuyor, duâları yapıp dönüyordu. Ancak bu şekilde birazcık rahat edebiliyordu.
Memleketi, vatanı olmayanın hiçbir kıymet-i harbiyesinin de olmayacağını çok iyi biliyordu. Delikanlı olsaydı, padişahlarından gelecek “hücum” emriyle vadedilen şehitlik müjdesine kavuşanlardan olabilmek için bütün gücü, kuvveti ile hücum ederdi. O azmi, o ruhu vardı. Lakin hanım olması, hele bir de birkaç aylık ana olması kolunu kanadını kırıyordu. Çok çaresiz hissediyordu kendini... Onun için soğuk, kar, kış demeden gözleri tabyalarda, kulakları gelecek haberlerde öyle tetikte bekliyordu. O an geldiğinde kanının son damlasına kadar bütün kuvvetiyle gayret edecek, vadedilen müjdeye kavuşacaktı inşallah. Böyle inanıyor ve böyle düşünüyordu. Onu üzen ise kışın birden bastırması, halkın çaresizlik içinde kıvranmasıydı.
Kadın olmasından mı ne, aklına hükmedemiyor, hislerine kayıtsız kalamıyordu. Sabrı ise ha taştı ha taşacaktı. Köydeyken, sabır numunesi gösterilen bu hanım, şimdiyse tam tersi biri olmuştu. Günlerdir sert rüzgârın ve soğuğun tesiriyle teni çamura yakın bronzlaşmıştı. “Urus, Ermeni” kelimelerini her duyuşunda esmerleşmiş genç yüzünü iyice buruşturur, dişlerini sıkardı elinde olmadan: “Zalim Urus! Hain, kahpe Ermeni! Devasa topları, ölüm saçan silahları masum, günahsız insanların üzerine doğrultmasının ve her tarafı yakıp yıkmasının komşu Ermenilerin akıllarını çelip çevirmesinin hesabını verecekler bir gün! Unuttukları bir şey var: Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var! Biz biliyoruz ki; zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur! İnsanların iradesini hiçe sayan, en tabii hayat hakkını elinden alan zalimler; kazdıkları kuyularda boğulacak, kurda kuşa yem olacaklardır!” diyerek dişlerini sıktı. Etrafındaki cılız dumanları, göğe yükselen evleri, tek tek gözden geçirdi, bazılarına dikkatlice baktı. Bir şeyler diyecekti; daha fazla ileri gitmedi, yutkundu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.