Tabir, önce "fundamentalist" olarak geldi, sonra "kökten dinci"ye döndü. Aslında Fransızca olan kelime "sosyal bilimci" demekken neden bizde böyle bir mânâ aldı doğrusu anlamak zor. Zamanla kökten de neredeyse gitti, geriye "dinci" kaldı. "İslamcı" gibi o da rahatsız edici bir kelime. Çok daha evvelinde de "muhafazakâr"ı "tutucu" yapmak için uğraşmışlardı. "Dindar"a da "dinci" der oldular. Bu aynanın bir de diğer yüzü var, çevirdiğinizde karşınıza "kökten dinsiz" çıkıyor. Aslında bu da hoş olmayan bir deyim. Ama ne fayda ki başka türlü izahı mümkün değil. Her ne kadar Tanzimat Fermanı -aynen- "bundan böyle gâvura gâvur denmeyecektir" gibi teatral bir keşif sahibiyse de "dinsize dinsiz denmeyecektir" diye bir buyruk yok. Bu satırlar bir ruh hali fotoğrafı, bir tesbittir. Buna rağmen çok mecbur kalınmayınca kullanılmaz, kalem ve kelam sahibi diplomatik dili tercih eder. Fakat bazen hastaya hap tavsiyesi yerine cerrahi müdahale bir mecburiyettir. Bir insan kendi halinde dinsiz, ateist olabilir. Zararı şahsınadır. Kendisi dışında kimseyle alışverişi yoktur. O, ilahi nimetten nasipsizdir. Kökten dinsiz, dinsizliği ideoloji haline getiren, bunu yaparken de asıl niyetini laiklik, Atatürkçülük, çağdaşlık, ilericilikle maskelemeye çalışan, onları kendine dayanak yapandır. Kökten dinsiz, kendisi imân sahibi olmadığı gibi başkaları da imân sahibi olmasın diye her yolu dener. Bir tanrıtanımazlık ihracatçısıdır. Manzara ortada: Bir taraf anlatamamaktan bîtap düşmüş, kan ter içinde... -Niyet asla ve asla laikliğe zarar vermek değildir. Devletimizin rejimi cumhuriyettir. Laiklik de ortak paydalarımızdan biridir. Anayasanın ilk 3 maddesine kesinlikle dokunulmayacaktır. Önümüzde bir gerçek var. On binlerce genç kızımız tahsil hakkından mahrum kalmakta. 40 yıl süren bir mağduriyet, bir sosyal dram 40 yıl daha devam edemez. Onun için iki parti bu illeti ortadan kaldırmak maksadıyla mutabakata vardı, keşke daha başka partiler de bize katılsalardı. Bunu onlarca insan yüzlerce kere tekrarladı. Yazıldı. Konuşuldu. Anlatıldı. Nafile. Cevap, diğer tarafta hep aynı, cevap bir nakarat, cevap bir yarı aydın hezeyanı, "laiklik elden gidiyor. Siz laikliği zedeliyorsunuz". Yetmedi şimdi "ihtilal ve idam" lafları etmeye de başladılar. Hezeyan şizofrenik saplantıya dönüşme yolunda. İnsan şu rektörleri, şu politikacıları görünce seviyeden dolayı dehşete düşüyor. Batıda da ateist var. Adam inanmıyor ama kültür olarak kale gibi. Eğer bizde şu olanlar taşlar ülkesinde yaşansaydı, kara taşlar merhamete gelirdi. Şu izahatlar mermerler ülkesinde yapılsaydı ak mermerler çatlardı. Maalesef bazen öyle zor anlar vardır ki taşa, kuşa ağaca anlatır fakat karşınızdaki insana dinletemezsiniz. Bir gün İsa aleyhisselam, sokakta kaçarak giderken insanlar merak edip sormuşlar "ey Allahın Resulü bu telaş ne?" Ulu Peygamber buyurmuş ki "ölüleri dirilttim, ahmaklara laf anlatamadım, şu gelen ahmaktır, belki bir şekilde temasımız olur, bana da ahmaklığı bulaşır korkusuyla ondan kaçıyorum". Bir insan ahmak olmadıktan sonra imân sahibidir. Ancak "ben de Müslüman'ım" demekle Müslüman olunmaz. Sen İslamiyet'in emirlerine savaş aç, dini yaşayanlara kan kustur, sonra "benim annem de örtülüydü, ben de Müslüman'ım" de. Düşmanınızla dostluk yapan dostunuz olabilir mi? İmân pazarlık kabul etmez. Olay sonuçta tarihin tekrarı. Şaşmamalı. Taşlara takılmamalı. Bu ülkede kökten dinsizlik hep oldu... İşte: Sene 1943, Matbuat Umum Müdürü/Basın Yayın Genel Müdürü Vedat Nedim Tör'den gazetelere talimat gelmiştir. 'Allah'tan ve Peygamberden bahsetmeyin'. Sebep o sırada bazı gazeteler, Peygamberler Tarihi gibi bazı dizi yazılar neşre başlamışlardır. Gerekçe de şu, 'bu yazılar gençler üzerinde menfi tesir bırakabilir'. Allah'tan ve Peygamberden bahsetmek ne gibi menfi tesir bırakır? Tek parti devri. Otorite ceberruti çapta. Bunu kiminle konuşabilirsiniz? Reisicumhurun fotoğrafı ilk sayfa bile olsa alt yarıda yayınlandı diye gazete kapatılan devirler. Yazıişleri çaresiz tefrikaları yayından kaldırırlar. O günler, samanlıklarda saklanarak çocuklara Kur'an öğretilen zamanlar. Onun için... Akıl. Mantık. İz'an fukaralarıyla uğraşmayarak yolunuza devam ediniz. Yol Onun varlık Onun gerisi hep angarya Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!... Merhum Necip Fazıl, Sakarya Destanı'nı 1949'da yazmıştır. Bazıları hâlâ '43'lerde '49'lardalar. Mücadele, yüz üstü süründürmek isteyenlerle ayağa kalkmak isteyenlerin mücadelesi. Dün ayağa kaldırmak istemiyorlardı. Şimdi ayağa kalkmışları tekrar oturtmak, hatta yeniden süründürmek için çırpınıyorlar. Buna rağmen... Sabır. İtidal. Hoş görü. Çünkü biz, en zor ânda bile "bilmiyorlar, bilseler böyle yapmazlardı" buyuran Kâinatın Efendisine -aleyhisselam- bakarız, o ahlakın yolundayız. O bir gün bile merhameti terk etmedi. Biz de terk edemeyiz. Olur ki her şeye rağmen bir kişi bile hidayetten nasiplidir. Bir kişinin bile kalbindeki mühür sökülebilir. Bir kişiyi kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur. Bu muhteşem müjdeyi yüce Allah vermekte.