Onunla hava alanında karşılaştık. Hal hatırdan sonra bir sıkıntısını dile getirdi. Rektörün, edebiyat fakültesindeki kürsüsünü lağvettiğini anlatıyordu. Bunu yapan rektör hakkında ağır ithamlarda bulunmaktaydı. Mevzuyu Taha Akyol'un da yazdığını söyledi. Frankfurter A. Zeitung da rektörü kınayıcı mahiyette bir makale yayınlamış. Herhalde alkışlayacak hali yoktu. Ne demek bir kürsünün lağvedilmesi? Mağdur profesör, "Makaleyi fakslasam siz de bir yazı kaleme alır mısınız?" dedi. Göndermesini, inceleyeceğimizi söyledik. Seyahat sonrası faks gelmişti. Dönem, 28 Şubat dönemiydi. Toplum bir kere daha kamplara ayrılmıştı. Alman gazetesi çok ağır yazıyordu. Yazıyı dikkatle okuduk. Haylice suç unsuru vardı. Onları ayıkladıktan sonra olduğu gibi sütunumuza aldık . Halbuki böyle bir davranış hiç adetimiz değildi. Bize emanet olan bu sütunu hiçbir zaman hiç kimsenin kalemine tahsis etmemiştik. Bu defa prensibimizi bozuyorduk. Çok tartışılan bir rektör, bir üniversite hocasını görevden almakla yetinmiyor, kürsüsünü de yerle bir ediyordu. Yazı, gazetede yayınlandıktan aylar sonra bir mahkeme tebligatı aldık. Hakkımızda tazminat davası açılmıştı. Ne var ki rektör kendisi adına değil üniversite adına bizi dava ediyordu, davacı üniversiteydi. Yazının üniversite adına yazılmış olduğunu farz ediyordu. Bu bir tipik "üniversite benim" zihniyetiydi. 105 milyar lira istenmekteydi. Ekonomik kriz ortamına girmiştik. Değil 105 milyar, 105 milyon bile bulunmuyordu. Tebligatı alınca aynı zamanda İslamî bir kuruluşun İstanbul Yıldız'daki şubesinin de başında olan profesörü aradık. Elinde bir delil varsa mahkemeye arz edilmek üzere göndermesini rica edecektik. Toplantıdaymış. Buna rağmen telefona çıktı. Durumu özetledik. Bu profesörü hakkıyla tanımamıza vesile olan çok şaşırtıcı bir cevap aldık. Aynen şöyle demişti: "Rahimciğim ne olursun beni bu işe bulaştırma, adam zaten benimle zıtlaşıyor!" Sanki biz kendimiz için rektör hakkında yazmıştık. Canımız fevkalade sıkıldı, fakat tek kelime etmedik. Sadece mahkemeye delil gerektiğini, bunun için aradığımızı söyledik. Bıkkın bir ses tonuyla bakacağını, bulursa göndereceğini haber verdi. İlk dava reddedildi. Bir süre sonra tekrar bir tebligat aldık. Bu defa davacı, üniversite değil rektördü. Yine 105 milyar istenmekteydi. Gazetemizin avukatları davayı takip ediyorlardı. Nihayet bir gün davanın bittiğini bildirdiler. Mahkeme davacı lehine 500 milyon lira ödememize hükmetmiş. Arkadaşlar buna rağmen temyiz etmişler. O günden bu güne 1 yıldan fazla zaman geçti. Geçen hafta bir icra tebligatı aldık, tazminat miktarı, mahkeme masrafı vs. olmak üzere 1 milyar civarında bir paranın ödenmesi isteniyordu. Dava açıldıktan bugüne kadar kendisine destek verdiğimiz o profesörle birçok kokteyl ve resepsiyonda karşılaştık, sohbetlerimiz oldu. Asla sormadı. Delilden bahsetmedi. "Dava ne oldu, bize düşen bir şey var mı?" gibi basit insanî hasletleri dile getirmedi, kendini zora, zahmete sokmadı. Biz de tek kelime etmedik. Bu arada seçimler yapıldı, hükümet değişti mezkûr kimse milletlerarası İslamî bir teşkilatın başına getirildi. Şimdi Cidde'de. Dava devam ederken bir gün Sepetçiler Kasrında bir kokteyl vardı. Bir bayram öncesiydi. Bir ara rektörle aynı grupta buluştuk. Üç kişi beraberdik. Rektör yanımızdaki iki kişiyle bayramlaştı gidiyordu, durdurduk, "Bir dakika hocam dedik, üç kişinin olduğu yerde iki kişiyle bayramlaşıp üçüncüyü ihmal etmek nerede yazılı? Şöyle bir otur da konuşalım..." Akşamın loşluğu içeriye koyuluk katıyordu. "Bizi tanıyor musunuz?" dedik, "Hayır" dedi. Hakikaten tanımıyordu. Bu kadar yıl yazıp çizen, radyo, televizyon program yapan bir insanı Türkiye'nin en büyük üniversitesinin başındaki kimse tanımıyordu. Konuşmamızdan anladık ki medyayı tek taraflı takip etmekteydi. İsmimizi söyledik. Aceleyle, "Türkiye gazetesindeki Rahim Er mi?" dedi, "Tâ kendisi" dedik, biraz tedirgin olmuştu. En ufak bir nezaketsizlikte bulunmadık. Yukarıdaki hadiseyi aynen naklettik. "Niçin o yazıyı yazmadan bana telefon etmediniz, o şahıs doğru söylemiyor" dedi. Ve uzun uzadıya dediğini delillerle isbata çalıştı. Başka bir şey daha söyledi. Ama bugün uluslararası bir diplomatımız için o cümleyi buraya yazamayız. Neden önce kendisini aramadığımız sorusu haklı olabilir. Fakat biz zamana karşı yarışıyoruz. O şansa daima malik olamıyoruz. Buna mukabil kendisi dava açmadan işin iç yüzünü bize bildirebilirdi. Aynı şekilde sütunumuzda ona da yer verirdik. Konuşmamız hayli sürdü. Rektöre bu denli keskin laikçilik yapmanın yanlışlığını, başörtülülere böylesine peşin hükümle yaklaşmanın sakatlığını anlattık. "Dört duvar arasına kendinizi hapsedip dünya oradan ibaret sanıyorsunuz. Bakınız oturmuş sohbet ediyoruz, birçok konuda da düşüncemiz paralel, diyalogdan neden kaçıyorsunuz?" dedik. Hiç haram yemediğini vs. bahsetti. Karşılıklı telefonlarımızı aldık. Ziyaretine gideceğimizi kendisine söyledik. Bugüne kadar gitmedik. Dava bitmeliydi. Dava bitmeden bir gelişme oldu. O rektör hakkında korkunç bir iddia ortaya atıldı. Bir yabancı ilim adamının kitabından kendisi yazmış gibi kitabına intihal yaptığı söyleniyordu. Çalma ithamını yalanlayamadı. İddia sahiplerini mahkemeye veremedi. Zaten kamuoyu önünde çok tartışılıyordu. Üst makam onu görevden aldı. Şimdi köşesinde. Bunları niçin anlattık? Biri dindar, değilse muhafazakâr bir profesör; diğeri laikçi, değilse ulusalcı bir rektör. İkisi de bu ülkenin insanı. Ne dersek diyelim ikisi de bu ülkenin aydını. İşte aydınlarımızın muhteşem sefaleti. Türkiye'nin problemi okuma yazma bilmeyenler değil, aydınlar. Aydınların muhteşem sefaleti en büyük derdimiz.