Başkanlık Sistemi -III- (*)
8 Nisan 2015 01:00
c-Nazariyat ve tatbikat-
Yanılma, bizdeki idari ve sultani tatbikatları Avrupa'nın krallık rejimleri ile aynileştirerek mukayese yapmaktan ileri geliyor. Halbuki Avrupa ve Türklerin de içinde bulunduğu İslam âlemi farklı medeniyete sahip dünyalardı. Ayrı cinslerin tek kalem halinde toplanmaları mümkün olmadığı gibi bu farklı medeniyetleri de aynı değer terazilerinde tartmak muhaldir. Adına "Avrupa" veya "batı" dediğimiz coğrafyadaki yönetim tarzı için "mutlak monarşiler devri" diye bir zamandan bahsedilebilir. Ama İslam payitahtları eksenli idarelerde emirin unvanı ve rejimin şekli her ne olursa olsun mutlak hükümdarlık uygulaması görülmez. Bu payitahtların ekseriyeti de Türk şehridir. İslam, sanki zımni bir kararla ümmetin idaresini ehline bırakmıştır.
Belki de Resulullah aleyhisselamın, o sancılı Hendek Muharebesi'nde bir ara gazayı Türk Çadırı'ndan sevk ve idaresi istikbale dair bir işaretdir.
Aslında "mutlak" mefhumunun üzerinde durup derinleşince "mutlak krallık" rejimlerinin de izafi bir yakıştırma olduğu görülecektir.
Mutlak; her türlü kayıt ve şarttan talak olmuş; boşanmış, kurtulmuş demek. Bütün kayıtlardan âzâde bir idare yeryüzünde ne gelmiştir ve ne de gelebilir. Yönetimin başındaki insan ve insanlara hukuki olarak veya hatır ve his planında etki eden güçler muhakkak bulunur. Mutlak irade hürriyeti beşere mahsus değildir. Mutlak idare, mutlak iradeye aittir.
Türk tarihinde de İslam tarihinde de devlet protokolündeki bir numaralı insanın yanında her zaman istişare meclisleri vardır. Bu noktada "kurultay" ile "müşavere meclisleri"nin çakıştığını müşahede etmekteyiz. Türklerin kısa bir zamanda İslam dairesinde yer almalarının sebebi inançlarının semavi menşeli olmasından ileri gelmektedir. Oğuz Han'ın Ulü'l azm peygamberlerden İbrahim aleyhisselam dinine mensup bir mü'min olduğunu hatırlatmak isteriz. Irkî cedlerimiz, bir zaman için ilâhi nizam yolunu yitirmişlerse de İslam güneşinin her yanı aydınlatması üzerine kendilerine ulaşan tebliğe severek iştirak ve itaat etmişlerdir.
O itaat, gerçekte kıyamete kadar sürecek ilahî bir memuriyeti deruhte etmenin resmidir. Bu sahneden sonra niyet, amel ve ihlas vakıaları göz ardı edilmeden düşünmek gerekir. Tekrarlamakta fayda görüyoruz ki bu düşünme metodlarında medeniyet aidiyeti ve farklılıklar katiyetinin ihmal edilmemesi şarttır.
Su, iki oksijen ve bir hidrojenin bileşimi olduğu gibi medeniyetlerin de terkipleri vardır. İtikadi, ameli, ilmi, içtimai, siyasi ölçüler toplumsal hayatın mücerred formülleridir.
Yönetimdeki başarı; yönetenin yönetileni yönetilenden daha ziyade tanıması ile mümkündür. İlk sosyolog, seyahatname müellifi ve mütefekkirleri çıkartmış bir medeniyetin mensupları olarak devlet idaresince duvara dayanmışlık zehabına kapılmayı kabul etmek mümkün olmamalı. Öyle bir hal acze düşmenin ismi olur.
Devletin kurulma döneminde de yükselme döneminde de zeval döneminde de bugün "başkanlık sistemi" dediğimiz ve haddi zatında daha müreffeh ve gerçeğe ve insana uygun yönetim biçimini soruşturduğumuz süreçte çağ ölçeği baz alınarak fasit daireye düşme tehlikesine dikkat etmemiz icap eder.
Gelenekten istifade ile geleceğe kavi bir yükseliş mümkündür.
Bizim kafa yormakta cılız kaldığımız şu mevzularda Hindistan'dan Endülüs'e İstanbul'dan Şam'a müellifler, mum ışığında koca kalın cildler halinde eserler vermişlerdir. Şu günlerdeki sıkıntıda bir İmam-ı Gazali'yi veya Koçi Beyi veya Ahmed Cevdet Paşayı tanımamanın payı yok mudur? Devlet hayatımızda yer etmiş kurumlan örneklemeyi de akıl etmeliyiz. Sultan otoritesinin üzerindeki Meşihat makamı ile Meclis tasarruflarını denetleyen Anayasa Mahkemesi'nin benzeşen, örtüşen ve zıt taraflarını niçin bilmeyelim? Her ikisi de aynı işlevsel gayenin malıdır.
Nazariyatları zayıf olanların tatbikatları köksüz olur...
.....
(*) Bu yazı, ilk defa 25 Eylül 1997 tarihinde Türkiye gazetesinde yayınlanmıştır.