İslamofobi; İslam korkusu deniyor. Yaşananlar korkudan, hatta düşmanlıktan ziyade nefrettir. Korku, pasif bir duygudur. Düşmanlık tehlike farz edilene karşı harekete geçmedir. Nefretse kalben, zihnen ve fiilen bir linç etme hareketidir.
İslam korkusu, denilen aslında İslam nefretidir.
Bu nefret, İslam ordularının Bizans kapılarına dayanması günlerine kadar uzasa da tam olarak tarih sahnesine çıkması 711'de Müslümanların Tarık bin Ziyad komutasında İberik yarımadasını fethiyle başladı. Selçuklu-Haçlı çarpışmalarıyla devam etti. Türklerin 1352'de Rumeli'ye sallarla geçip Orta Avrupa'ya kadar ilerlemeleri ve Haçlı Avrupa-Müslüman Osmanlı vuruşmalarıyla hız kazandı. 1453'te Doğu Roma'nın sukut etmesiyle/düşmesiyle zirveye ulaştı.
İslâm âleminin 12 Eylül 1683 Viyana kaybı, İslam nefretinin galibiyetidir. Bundan böyle de asırlar boyu o galibiyet ekonomide, içtimai duruşta, hukukta, eğitimde ve akla gelebilen her alanda devam edecektir. Kopardıkları birinci büyük taviz 1839 Tanzimat Fermanıyladır. Sonraki senelerde artarak devam eder.
Avrupa'nın bize "hasta adam" demesi boşuna değildi. Hasta adamın bir avuçluk bir alana sıkıştırdıkları çocuklarının mazi şuuruyla da İslamla da alakaları kalmayacaktı. Böyle inanmasalardı Anadolu çocuklarını Avrupa'ya işçi olarak almazlardı. Sokakları süpüren bu köylülerin ne önemi olabilirdi? Şu var ki kader öyle tecelli etmedi. Bu gariban Türkler, Avrupa'da sanki uykudan uyandılar. Hıristiyanlıkla karşılaşınca dinleri ve tarihlerini daha bir derinden hatırladılar. Böylece Avrupa'nın o namlı şehirlerinde camiler açılmaya başlandı. Ama bu küçük meskenlerin adı cami idi. Minare yoktu, kubbe yoktu. Din hürriyeti olduğu söylenen Avrupa, minareye, kubbeye müsaade etmiyordu. Buna rağmen onlar, şartları zorladılar. Zaman zaman kilise bile satın alarak camie tebdil ettiler. Bu hareketlilik Amerika ve Avustralya'ya kadar yayıldı. Bu arada diğer dünya Müslümanları da benzer faaliyetler içindeydiler.
Gidişat, batılı düşünür, sosyolog, oryantalist ve teologların dikkatinden kaçamazdı. Öyle ki batıda nüfus durma noktasına gelmişti. Evlilikler azalıyor, evlenmeler gecikiyor, çocuk sahibi olunmuyor, Avrupa yaşlanıyor, Türkler başta olmak üzere buralara geçici işçi zannıyla gelip vatandaş olan Müslümanlarsa çoğalıyorlardı.
"İslamofobi" kavramı işte böyle bir aralıkta ilk defa 1991'de telaffuz edildi.
Samuel Huntington da 1993'te Forein Affairs ismindeki dergide çıkan Medeniyetler Çatışması adlı makalesiyle ortaya yeni bir iddia koydu. Çok yankı yapan makale, SSCB'nin çökmesi üzerine bu defa 21. Asırda medeniyetler arasında çatışmalar yaşanacağını dile getirmekteydi. İşaretler de bu haberi teyid ediyordu. Bosna Harbi'nde Sırp nişancılar, bir Boşnak'ı şehit ettiklerinde "bir Türk öldürdüm!" diye sevinç çığlığı atıyorlardı. Çünkü; Batı için kelime-i şahadet getiren herkes Türk'tü. Sırplardaki o kanlı sevinç "anne Türkler geliyor!" korkusunun intikam hissiydi.
11 Eylül 2001'de New York'ta İkiz Kulelere yapılan saldırı üzerine İslamofobi bütün ağırlığıyla gündeme oturdu. O günden itibaren batının nazarında İslam eşittir terör oldu. Burada anahtar kelime "terör"dür. Ve nefreti karşılar. Sonraki el Kaideler, IŞİD'ler bu algıyı yönetmeye dönük projelerdir.
Nihayet Irak işgalleri oldu, Hollanda, Almanya gibi memleketlerde ırkçı partiler yükselişe geçti. İleri Avrupa devletlerinde Türkler evlerinde yakıldı. Camiler kundaklandı. Müslümanlara hakaretler edildi. En sonunda da İsveç gibi barış ülkesi kabul edilebilecek yerlerde bile bir haftada üç cami ateşe verilebildi.
İsmini doğru koymalı. Bütün bunlar, korku değil, düşmanlık da değil nefrettir.
Peki nerede o çok kültürlü, hoşgörülü Batı?
Bu bahis çok uzundur...
Şu hatırlatmanınsa yeridir:
İsveç'te Almanya'da vs mütevazı camiler yakılırken Türkiye'nin İstanbul Yeşilyurt'ta dört başı mamur bir kilise yapılmasına izin vermesi, hasta adamın çocuklarının sömürgeci batıya diri bir mesajıdır.
Batı dünyası Yunus Emre'yi olsun anlayabilseydi İslâm medeniyetinin kavga değil sevgi iklimi olduğunu idrak ederdi.