Fıtrat olarak geçmişin, mazinin dünün hakkını teslim etmeye çalışan biriyiz. Fakat istikbali, geleceği, yarını, ihmal etmek de asla mümkün değildir. Bunu herhalde en iyi Yahya Kemal Beyatlı merhum, vecizeleştirmiş "kökü mazide olan atiyim". Fikret'in pozitivist köksüzlüğüne karşı asil bir duruşun cümlesi. Dün ve yarın vardır. Ortada da bugün. Tasavvufta bu denklemin şifre anahtarı şöyledir "dün öldü, yarın meçhul, ân bu ân dem bu dem". Bu mantık, "dünü inkâr, yarını ihmal et" demek değil. Sırf mazi ve yalnız hayalin mahzuruna vurgu yapmakta. İçinde yaşadığın zamana karşı borcunu ifa edersen zaten dünün de yarının da hakkını teslim etmiş olursun. Güneşli bir günde üstünüzden bir kuş geçer, siz, onun varlığından sizi yalayıp uzaklaşan birkaç saliselik gölgesiyle haberdar olursunuz. Dünya zamanı bir gölge, mutlak zamanın gölgesi. Bereket, bir metafizik kavram, ilâhi bir söylem. Bir artma, çoğalma, zenginleşme keyfiyeti. Azken çok olma. Çokken daha da büyüme. O yüzden "bereket versin" eskiden satanın, parayı alanın ağzından düşmez duaymış, duaydı. Kredi kartları bu duayı ortadan kaldırdı. Yoksa sadece duayı değil. Bereketi de mi kaldırdı? Onu bilmeyiz, bilemeyiz. Ancak şu herkesçe yaşanan bir hakikat ki vaktin, zamanın, ânın, günün, haftanın, ayın, senenin bereketi şimdi varılmaz mesafelerde. Oysa. Değil mi ki. Bütün keşifler, buluşlar, yorgunluklar, zamana zaman katmak içindi. Uçaklar onun içindi. Demir yolları, deniz yolları, fakslar, telefonlar, cep telefonları ve onlarca öteki devrimler, buluşlar. Peki nerede artan zamanlar? Çamaşır makinesi yokken eşinizin zamanı daha fazlaydı? Cep telefonu yerine postacı kapınızı çalıp mektubu uzattığında ne de bahtiyar olurdunuz. Görmediğiniz uzak iklimler efsane şehirlerdi. Bizim nesiller ilkin gramofonu tanıdı. Gramofon ne diyeceksiniz? Cilalı taş devri aleti değil elbet? Ama haksız sayılamazsınız, çünkü "word" bile kelimeyi tanımadığından ahmakça bir anlayışla altını kırmızı çizerek "yanlış" uyarısı yapmakta. Gramofon, mp3'lerin dedesinin babası. İlk plak çalan aletler. Taş plakları çalarlardı. Önce 70'likler vardı. Sonra 45'likler çıktı. Sonra radyoyu tanıdık. Lambalı koca sandıklar. O iri siyah telefonlar da o zamanların hatırası. Telgraf çoktan vardı. Derken siyah-beyaz televizyon. Videolar, teleksler, fakslar, ofset olayı ve renkli baskılar. Kasetler, videolar, çağrı cihazları, disketler, cd'ler, araba telefonları, renkli televizyonlar, tele konferanslar, bilgisayarlar, dvd'ler, cep telefonları ve internet. Ve sinemanın dönüşü. Ve multi media. Ve dünyanın neresinde olursan ol ânında gazetene, televizyonuna yazıyı geçebilmen. AVM'lerin mega yeniliklerle şehirlere girmeleri, hayatı kuşatmaları. Tüketim toplumunun oluşması ve bu oluşumun israfı havai fişekler gibi patlatması. Kazanmak ve yalnızca kazanmak ihtirası. Kartlar, krediler, bonuslar, faizler, dalgasının kıyılarımıza vurup vurup insanı serseme, sarhoşa çevirmesi. Çocuğa dershane, özel ders, özel okul, yurt dışı eğitim koşturmaları, fakat o çocuğun cumayı, kandili, bayramı tanımaması. İnsanların düşünme yerine sloganlarla konuşmaları. Maçların ayin, AVM'lerin tapınağa dönüşmesi. Bayramlarda bile o ardınca koşulan çocukların büyükleri ihmal etmesi. Kanarya Adaları, Şarm el Şeyh, Dubai, Singapur. Ve parlatılmış bazı dünya kentleri. Ve huzurevi yalnızları. Ve nikâhın terki. Ve ailenin su alması. Ve yalan sloganların sahi sözler gibi hayata kement atması. Ve bütün keşifler, gramofondan internete, gazeteden sinemaya kadar her şeyin insana zaman kazandırmak, insana kalite kazandırmak adına yapılmışken zamanı alıp götürmesi. Zamanla bereket arasında hiçbir illiyet, ilişki ve bağ bırakmaması. Buluşlar, para felaketi. İnsan gözü ikinci vadide. O, o vadiye doğru koşarken, bir gölgenin peşindeyken kendi ardınca koşan ölüm ve gözlerini dolduracak bir avuç toprak. Ey oğul! Para, seni aşmasın, sen onun tutsağı değil, hakimi ol, o senin el kirin olsun. Gizli şirkler, saklı tanrılardır. Sakın ola ki teknoloji insan tarafını alıp uydulara taşımasın. Artık feza da bir çöplük. Ne renkli televizyon insanlığına insanlık katmakta, ne ışıltılı vitrinler, ne cüzdanlar dolusu kredi kartları, ne çifter çifter cep telefonları ve ne de internet adlı magic box/büyülü kutu. Ne güzel bir zamanlar sade insanlar vardı. Mümin, mütevekkil. Aza kanaat eden. Ağzı dualı insanlar. Paylaşma kültürünün insanları. Telaş yoktu. Sükûnet vardı. Selam vardı, hâl-hatır sorma vardı. Asansör küskünleri, merdiven dargınları daha ortalıkta yoktu. Huzur renkli, huzur kokulu o zamanların gündüzlerinde dostluklar, gecelerinde komşuluklar, gündüzlerinde mahalle esnafı, gecelerinde mahalle bekçileri vardı. O bekçilerin olduğu hayatlarda sitelere hüviyetle girilmez, kapılar kilitsiz olurdu. Komşuda pişen komşularla ortak lezzetlerdi. İnsanlar, bencillikten, yalnızlıktan habersizdi. Çünkü komşu vardı Cenazeler, bayramlar ortak yaşanırdı. Şimdilerde, etrafı çevrili, kapısı bariyerli hayatlarda bayramlar toplu mail ve toplu mesaj görgüsüzlüğünde, cenazeler, sanki kabre kargoyla gönderilen paket. "Ey zaman hırsızı? Bana çaldığın huzurumu, gönlümün kokusunu geri ver!" Diyebilir misin? Desen kaç para eder? Zaman ırmağına düşmüş saman çöpü olmayan hayatlara, kendisi kalabilenlere ne baht. Taht da onların. Baht da onların. Onlar. Hiç olmazsa iç huzurlarını korumaktalar. Ey oğu!.. İç huzuruna sahip çık. Unutma, teknoloji çağdaş masaldır ki ninenin masalları daha güzeldi.