Ulusal çapta yayın yapan "günlük siyasi" gazetelerimiz 15 civarında. Bu gazetelerde yemek tarifinden birçok dala kadar yazan kalemler var. Halkın "yazar" derken kastettiği onlar değil. Her gazete için sayılabilecek yazar, yaklaşık 5 kişidir. Onlar iç ve dış hadiseleri yorumlar, tenkit eder, takdir eder, yol gösterir, can yakar, risk alır, etliye sütlüye karışırlar vs. O halde 15'le 5'in çarpım neticesi 75 kişidir. Bu 75 insan, her gün köşelerinden fikir üretmekte, tahlil ve yorumlar yapmaktalar. Matbuat devrinde günlük yazanlara "fıkra muharriri" deniyordu. Şimdi herkese "yazar." Eskiden yalnızca gazetede yazan muharrir, eser verense müellifti. Fıkra yazılır, eser telif edilir. Onun için bugün dahi kitap hakkına "telif ücreti" denir. "Fıkra" kelimesinde anlam kayması oldu. Günümüzde fıkradan nükte, latife şaka, mizah anlaşılmakta. Daha sonra "köşe yazarı" diye tuhaf bir ibare çıktı. Şimdilerde bu kelime yaşıyor fakat yalnız değil. Yanı sıra yine tuhaf bir terkip olan "gazeteci-yazar" deyimi de kullanılmakta. En son olarak da "kanaat önderi"yle tanıştık. En anlamlısı ve kalem sahibine ciddi mânâda sorumluluk yükleyen sıfat bu olmalı... Fıkra muharrirleri her gün yazıyorlardı. Zamanımızda haftada 5 gün gibi. Bu ülkemize mahsus bir hal. Televizyonlar, hatta radyolarda program yapanlar, hatta hatta internet gazetelerinde yazanlar da neredeyse bu 75 insandan ibaret. Evvela bu insanların hakkını teslim etmek lazım. Yapılan hiç kolay bir iş değil. Sadece dost değil, düşman da kazanıyorlar. Ne var ki kimse de kimseyi böyle bir faaliyete zorlamıyor. Meslekte bir yerliler var, inat, ısrar, sevgi ve sebatla bunu devam ettirenler. Bir de heveslenip bir süre yazıp-çizdikten sonra kaybolup gidenler. Konumuz, birinciler, geçimlerini kalem ve kelamıyla kazanan kanaat önderleri. Dünkü muharrirlerle bugünkü kanaat önderlerini mukayese etmek gerekirse. Dün, onlar belki iki düzine bile yoktu. İmkânları hiç yoktu. Ancak Türkçe'leri muhteşemdi. Biri yazısında bir kelime veya fikir hatası işlese bir başkası kendi sütununda onu perişan ederdi. Onlar, polemik ustalarıydı. Şiddetli kavgaları olur, bu kavgalar günlerce sürebilirdi. Çok okuyucu onlar için gazete alırdı. Okuyucu, yazarının ne yazdığını merak eder, sabah ilk iş olarak onu okur ve hayata ona göre bakardı. Bugün, kaç okuyucu yazarı için gazete alıyordur? Dünküler, belki fakülte mezunları değildi ama edebiyatçıydılar. Bir çoğu romancıydı. Bugünkü kanaat önderleri, köşe yazarları üniversite mezunu. Ne var ki kaçı layıkıyla Türkçe'ye hakim ve üslup sahibi? Burada şöyle bir soru da sorulmalı. "İletişim fakülteleri yazar da yetiştirecek mi?" Yazar, lider gibidir. İkisi de sonradan olunmaz. İnsana düşen var olanı keşfetmektir. Yazar kendini keşfeder. İletişim fakültelerine düşen de keşiftir. Gazete manşettir, gündemi ya tayin eder veya etkiler. Yazarsa yol gösterir. Sütun doldurmak yazarlık değildir. Sütun doldurmak yazarlık olmadığı gibi çok okunmak da kanaat önderliği değil. Yazar, köşe yazarı, kanaat önderi. Sıfatı her ne olursa olsun disiplinleri olan insandır. Fikirlerle uğraşır, kalemin sütunun, ekran ve mikrofonun emanet olduğunu unutmaz. Köşe yazarı olmasa gazeteler bültene dönüşür. Köşe yazarından geçilmeyen gazeteyse daha çok dergidir. Gazete ve elbette televizyon haber ve fikir dengesini kurar. 75 milyonda 75 kişi. Bu çok istisnai bir gerçektir. Sadece medyaya mahsustur. Kanaat önderi için lazım olan hem okunmak hem kalitedir. Çok okunmuş fakat kalitesiz. Okuyanı yok ama kaliteli. İkisi de olmamalı. Kendini okutabilmek. İşte kalemin sırrı.