Karnı tok, sırtı pek, kalbi boş

A -
A +

Asıl sermayemiz gençlik. Ancak, nesillerin varlık ifade etmesi kemiyetten, sayı çokluğundan ziyade keyfiyetle, evsafla alakalı. Babaları-dedeleri, yok-yoksul hayata başlamış olanlar, ne yapıp ederek büyük fedâkârlılarla evlat yetiştirdiler. O anne-babalar, yemedi yedirdi, giymedi giydirdi, "çoluk-çocuğum, ele-güne muhtaç olmasın" diye çırpınıp durdu. Onlar saçını süpürge yapmış ilk neslin şehirle tanışan evlatlarıydı. İşte bunlardı yemeyip yediren giymeyip giydiren ana-babalar. Bu ana babalar istedi ki çocukları en iyi okullarda okusunlar, en iyi lisanları bilsinler. Kendi göremediklerini, yapamadıklarını onlarda bulmak istiyorlardı. Zamanla o da yetmedi yurt dışı imkânlar arandı. Öyle oldu ki kendisi -belki- okuma yazma bilmeyenlerin çocukları gayet iyi diplomalara sahip oldular. O okuma yazma bile bilmeyen veya ilk mektep bitireni tahsilli sayılan babaların yüzlerinde "şark çıbanı" denen yara izleri vardı. O zaman insanlarının ilaç olarak bildiği kininden öte bir şey yoktu. Yaş ortalamaları ise 40'lardaydı. Yaşı 40'a varanın "bir ayağı çukurda" farz edilirdi. Onların çocukları, şehir hayatıyla ilk tanışanlarsa çok kere ufak-tefek, zayıf çelimsiz kimselerdi. İşte bu zayıf, çelimsiz âdem kişiler, evlatları için destanlık fedakârlıklar içindeydiler. Onları takip eden nesiller, çocuklar gençler fizik olarak çok iyi yetiştiler. Hakikaten ele-güne muhtaç olmadılar. İyi beslendiler, iyi giyindiler, eğlenceyle tanıştılar, hatta iyi gezdiler. Onların ezgileri dağlara, ırmaklara yalvaran türküler değildi, onlar New York kızları, Paris delikanlıları neyi dinliyorsa ondan zevk alıyorlardı. Yaş ortalamaları arttı. Artık şükür ki ne yüzlerde şark çıbanı denen yara izleri vardı, ne gıdasızlıktan avurtlar çöküktü, ne de yetişenler ufak tefek kalıyordu. Bu toprakların nesilleri aslına dönmüştü. Bakılmaya kıyılmaz, yakışıklı, boylu- poslu gençlerimiz yolları dolduruyordu. Ne var ki. Bir şeyler eksik bırakılmıştı. Gıda denmişti, vitamin denmişti, tahsil denmişti, lisan denmişti, kurs denmişti, özel ders denmişti. Bunlara varmak için de ne lazımsa yapılmıştı. Sonuçta karşımızda layıkıyla karnı tok, sırtı pek nesiller vardı. Bu nesillerin çokluğuyla , kemiyet tarafıyla övünüyorduk. Şu kadar milyon gencimiz mevcut diyorduk, bu kadar milyon talebeyi okutmakla iftihar ediyorduk. Bunlar doğruydu. Bizler de haklıydık. Ama bir tarafı düşünmüyorduk. Bu fiziği düzgün gençlerden yüzde kaçı her bakımdan takdir edilecek yerdeydi. Ne kadarı mes'uliyetini müdrikti? Ne kadarı boş vermişti, ne kadarı neme lazımcı değildi? Ne kadarının içi yanıyordu? Kaçında idealin kırıntısı vardı? Bunlar hiçbir zaman sorgulanmadı. Çünkü bunlar ve benzerleri hedefler arasında değildi. İyi yemek, iyi giyinmek ve diploma her şey sanıldı. Kendi ana dilini bilmeyen yabancı dilde bülbül olsa ne çıkar!.. Sokakta muhabirin mikrofon tuttuğu gençlerden kaçı şöyle derli toplu fikrini ortaya koyabiliyor? 10 Kişiden biri bile bunu yapamamakta. Neredeyse "yani" demekten başka bir şey bilmiyorlar. Kaç anne-baba, kendi eliyle yabancılaşmış nesiller yetiştirdiğinin farkında? Yemesi, içmesi, zevki, oturması kalkması, konuşması, tavrı, şakasıyla çok önemli bir kısım gençler yabancılaşıyor. Bu cemiyet, kendi eliyle istikbal dalını kesmekte. Her ölçü maddeye dönük, fiziğe dair, şekle mahsus. Mânâ akla bile gelmiyor. Bu da mânevi yaralanmadır, iç şark çıbanıdır, ruhta çelimsiz kalmadır. Ne anne-babalar bunun farkında ne okul, öğretmen ve eğitim sistemi. Farkında olmak isteyene de yabancılaşmış medyayla soysuzlaşmış aydın baskı üstüne baskı yapmakta. Yerli şehirliler, yabancılaştılar. İmparatorluğu kaybettik. Yeni şehirliler yabancılaşırsa. Kendimizi kaybederiz.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.