Medya üzerine

A -
A +

Medya mensubu olmak bir imtiyaz mı? Olmaması lazım. Üstelik niçin olsun? Buna rağmen öteden beri gelen bir alışkanlıkla bazıları, meslekte imtiyaz vehmetmekteler. Beklentileri de buna göre. İmtiyaz, ayrıcalık ummaktalar. Halbuki bu anlayış, hiç bir mesleğe kalite katmaz. Mesleklerin kalitesi topluma kazandırdıklarıyla ölçülür. O açıdan bakınca her mesleğin ayrı değeri vardır. Gazetecilik mi daha kaliteli, fırıncılık mı? Benzin pompacılığı mı gazetecilik mi? Kimsenin kendini başkalarının üstünde görmeye hakkı yok. TCK yürürlüğe girdi. İlk halinde ciddi hatalar vardı. Onları dile getirdik, eleştirdik. Bazı kanun maddeleri değiştirilerek hayatımıza karıştı. Ne var ki bazı medya mensupları memnun değiller. TCK'nın sansür getirdiğini ileri sürüyorlar. Bu fikre katılmak mümkün değil. Hiç bir meslek keyfe göre yapılamaz. Ancak kendini imtiyazlı görenler bu keyfiliği sürdürmek isterler. Kendini bilen kalem zaten kendi sansürünü kendisi yapar. Üstelik bu sansür kelimesi de çok eskide kaldı. Ezbere sarfedilen laflardan. Disiplin, kontrol ve haddini bilmekle sansür karıştırılmamalı. Zaten sorumluluk sahibi bir muhabir veya muharrir kimsenin şahsını, itibarını, ailesini küçük düşürmez. Haberciyse haberini yapar. Haber meydana gelen vak'adır. Muhabir, haberci, o vak'a karşısında objektif kalmaya mecburdur. İlaveten yapacağı haberi beslemek olabilir. Haberin öncesine, yan bilgilere gitme zarureti doğabilir. Onları araştırır ve haberini destekler. Muharririn, yazarın yaptığıysa yorumdur. Yazar tahlil eder. Onun alanı da meselenin fikir boyutudur. O da şahsiyet yapmaz. Yazısında tenkid de vardır, teklif de. Kınayabildiği kadar yol da gösterir. Sadece kınayan yazı derinliksiz, sığ bir çırpıştırmadır. Yazar, tahlil eder, teklif eder, kınar, yol gösterir ama sövemez, hakaret edemez. Acaba bunlara ne kadar uyulmakta? Şüphesiz ki dediklerimize aynen uyan haberciler de yazarlar da var. Ama uymayanlar da var. Öyle zamanlar oldu ki manşetlerle linçler yapıldı. O manşetin, ana haberin asılsız olduğu ortaya çıktı. Ne var ki tekzipler, iç sayfalarda küçük kutular halinde veya bültenin en ölü noktasında verildi. O arada habere konu olanlar işinden oldu. Bunalıma girdi. Ailesi dağıldı. Bunlar kimseyi alakadar etmedi. Fakat sonuçta bir meslek kaybetti. Onun için artık medyanın da kendine bir çeki düzen vermezi, disipline olması lazım. Dünyaya nizamat verenler kendi işlerine de eğilmeli. Eğer basın meslek kuruluşları etkin bir şekilde işleyebilseydi böylesi cezai müeyyidelere lüzum kalmayabilirdi. Aslında şu iki soru her şeyi ortaya koymakta. Basın güvenilen kurumlar içinde hangi sırada yer almakta? Bu birinci soru. İkinciye gelince, 30 milyon nüfusta iken satılan gazete sayısıyla 70 milyonda satılan aynı ise orada bir yanlışlık yok mu? Medyanın bağırmaktan kurtulması lazım. Bağırarak, haber ve görüntüleri göze sokarak bir yere varılmaz. Ayrıca şu utandırıcı müstehcenlikten de vaz geçmeli. Mesleğini dürüstlükle, bilgiyle namusuyla yapana bir şey olmaz. Dünyanın en kötü kanunları bile iyi bir meslek mensubuna zarar veremez. Medya mensubu, eşitlerden bir eşit olduğunu kabul etmeli, kalemini, kelamını, kamerasını o sorumlulukla kullanmalı. Hasta nasıl doktorun malı değilse, kalem, sütun, mikrofon, manşet, ekran da onu tasarruf edenlerin malı değil. Sorumlu, dengeli, seviyeli ve dünya standartlarında yayıncılık. Türk medyasının meselesi özetle bunlar. Yoksa ceza kanunu tali mesele. Zamana uymayan olursa değiştirilir. Yeter ki meslek hakkıyla ifa edilsin.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.