Kafa, fakat ağırlıklı olarak kol kuvvetiyle yapılan işlere "zenaat" denir. Zenaat erbabı, işlerinin sonuna ek alarak adlandırılır: Kuyumcu, muslukçu, elektrikçi, saatçı.. gibi. Bazı mesleklerse kendileri yapılan çalışmayı ifade ettiğinden doğrudan o sıfatla bahsedilirler. Manav, marangoz vs. "Marangozcu" denmez, komedi olur. Zenaatkâra, kol kuvvetiyle çalışan meslek erbabına "zenaatçı" da denemez.
Mimar Sinan san'atkârdır. Şair Baki san'atkârdır. Yahya Kemal san'atkârdır. Hamid Aytaç san'atkârdır. Faik Kırımlı san'atkârdır. Bilgisayar tamircisi zenaatkâr, yazılımcı san'atkârdır. Ressam san'atkâr, çerçeveci zenaatkârdır. Mimar, san'atkâr, kalfa zenaatkârdır.
Kim kimden daha üstün?
Kimse...
Herkes bir iş için yaratılmıştır.
Belki şöyle denebilir. "Zenaat, her zaman meslek iken; san'at, ekmek parasını daha ziyade başka işlerden çıkartan meslek sahiplerinin göz, el ve gönül terennümleridir.
Hakikat böyle olmakla beraber son senelerde "san'atkâr" kelimesi sürgüne gönderilerek san'at, ilericilik, aydınlık, uygarlık ve saf Türkçe adına kol kuvvetine mal ederek meslekleştirme yanlışlığına düşülmüştür. Böyle olunca önüne gelen sanatçı oldu. Stüdyoda bağıra-çağıra türkü kaydı dolduran da sanatçı, dizi film figüranı da sanatçı, şiirleri dillerden düşmeyen şair de sanatçı.
Sadece bu da değil.
Birtakım san'atı kendinden menkul sanatçılar, dün sanatçılığın ön şartı olarak ideolojiyi gördüler. Geçer akçe o olduğu için okumadan, anlamadan Marksistlerdi, sosyalistlerdi. Şimdi tatlısu kemalisti, şoven ulusalcı vs'ler. Hem kafaları ve hem de kılıkları karışıktır. Özendikleri Paris'in bohem hayatıdır. Taklidin taklidi işleri eser zannederler. Hırpanilik, şarap, inkâr ve geleneğe dair her şeye muhalefet, onlar için sanatçılığın vazgeçilmezidir.
Halbuki bizim muhteşem sanat ve medeniyet dünyamızda serserilik değil, mahviyet vardır. Gurur, kibir, kabalık, hoyratlık, isyan yerine tevazu hakimdir. O akla durgunluk veren, hüsnü hatlar, ebrular, çiniler, mimari eserler ve daha nice güzellikler böylece doğmuştur.
Klasik olamayan, san'at eseri değildir.
Son asırda yine daha çok kalbi Allah muhabbetiyle tanışık insanların eserleri klasik olabilmiştir. O insanlar, esas itibariyle dergâh kokusu taşırlar. Zira dergâhların dış kapı alınlığında "edeb yahu" yazarken kapının çıkış alınlığında da "hiç" vardır. Bu san'atkâr eli öpülesi insandır.
Son zamanların "sanatçı" unvanlı birtakım kimseleri, ne san'atkârdır, ne tevazu sahibidir ve ne de edebden haberdardır. Güçlerini inkâr ve kargaşadan devşirmeye çalışırlar. Bu iklime yabancılardır. Zaman, onları savurup atar.
Zaten birçoğu savrulup atılmak üzere olduğunu gördüğü için şöhret ihtirasıyla ideolojik sapmalara sığınarak kendilerini gündemde tutacak abesliklere düşmekteler.