Tarihi doğru okumak!..

A -
A +

Tarihi ve tarihî şahsiyetleri olduğu gibi anlatmak, çarpıtmamak milletlerin hayatı için olmazsa olmaz şartlardan biridir…

 

Hâdiselerin, henüz yaşandığı dönemlerde iftiralar, asılsız suçlamalar havada uçuşur, yeni nesiller, mekteplerde okutulan ısmarlama yazılmış resmî tarihlerle güdülen ideolojiye inandırılmaya çalışılır.

 

Bu durum, ihtilal ve inkılaplarda Fransa’da, Rusya’da ve dünyanın daha başka memleketlerinde olduğu gibi Türkiye’de de yaşandı. Abdülhamid Han’a "kızıl sultan" deme vicdansızlığı yapıldı. Vahideddin Han’a "vatanı düşmana sattı, düşmanla beraber oldu, kaçtı" gibi iftiralar atıldı.

 

Namuslu tarihçi, haysiyetli fikir adamı, gerçeği saptırmaz. Ne yaşanmışsa ne olmuşsa konuşulacak, tartışılacak, müzakere edilecek de odur. Tarih, yaşanıp-bitmiş bir zamanın adıdır. İnkâr edilemez, tersine çevrilemez, değiştirilemez.

 

Abdülhamid Han’a, "kızıl sultan" iftirasını Albert Vandal adlı bir Fransız tarihçi yakıştırmıştı. Padişah, güya Ermenilere zulmetmiş, onun için kan dökücü anlamında “Kızıl Sultan”mış! Bugün bu iftiraya inanan kimse kalmamıştır diye düşünmek isteriz.

 

36’ncı ve son Padişah ve son İslam Halifesi Vahideddin Han’a 1922’lerden beri devam eden iftiraların kaynağı ise Londra ve buradaki adamlarıdır. İngiliz tezgâh ve güdümüyle zihinler bulandırıldı, akıllar çelindi, nesiller kandırıldı. İngiltere, önce 1858’de Hindistan’daki Babür İmparatorluğu’nu yıktı. Babürler, bir Sünni devletti. Ardından da dönüp 31 Mart Vak’asından başlayan kargaşa, hile ve tuzaklarla Osmanlı İmparatorluğuna kıydı. Osmanlı da bir Sünni Devletti. Sünni devletler, saf dışı bırakılırken, Şia İran’a ilişilmiyordu. Aksine iç hizip Vehhabiler devletleştirilmişti.

 

Vahideddin Han, bir asır boyunca ders kitaplarında en galiz ifadelerle ağır karalamalara mâruz kaldığı gibi belli resmî merasim ve günlerde de daha galiz nutuklarla iftiraya uğradı. Temenni ederdik ki bu haksızlık ve cehalet dünde kalsındı. Ama öyle olmadı. 2025 Yılı 23 Nisan’ında bile bazı TV ve gazeteler hâlâ bilindik nakaratlarla bu Padişah’a hakaret ettiler.

 

Osmanlı Tarihimizde 36 Padişah başa geldi. Bunların içinde dâhi de deli de velî de oldu ama hain, vatanı satan, düşmanla iş birliği yapan bir aşağılık kimse asla ve asla olmadı. Bunu böyle iddia etmek, yalnızca Padişahlara değil, tarihimize ve Türk Milletine de haksızlık yapmaktır. Sultan Reşad Han, bir meşruti idare yani Osmanlı’nın monarşi yönetimine geçildiği dönemin Padişahıydı. Devleti sevk ve idare eden Hükûmetti. Daha ziyade de İttihatçı Hükûmetti. Osmanlıyı Almanların safında Harb-i Umumî denen I. Dünya Harbi’ne Padişah değil, bu idare sürükledi. Vahideddin Han, Sultan Reşad’ın vefatı üzerine 4 Temmuz 1918’de tahta geçti. Parlamenter sistem yani çift meclisli monarşi idaresi devam ediyordu. Harp, yeni padişahın başa gelmesinden 3 ay sonra bitti. 3 ayda harbi durduramazdı. Çâre olarak, Mustafa Kemal Paşa ve kalabalık bir hey’eti, atları ve otomobiliyle İşgalci İngilizlerden çıkış evrakları da alınarak İstanbul’dan Samsun’a yolladı. İşgalcilere hey’etin gidiş sebebi, "Anadolu’daki isyanları bastırmak için" diye anlatıldı. Tam aksine mevziî direnişleri derleyip toparlama maksadıyla gidiliyordu.

 

Mustafa Kemal, veliahdlığı döneminde Padişahın yâveriydi. Veliahdın Berlin seyahatine refakat etmişti. Samsun’a gönderirken de kendisini Yıldız Sarayı’nda kabul etmiş ve Anadolu’ya niçin gitmekte olduğunu anlatmış ve muvaffak olacaklarına dair görüşünü dile getirmişti.

 

Sultan Mehmed Vahideddin, Sevr müzakere metnini de imzalamamıştır. Hükûmet, 10 Ağustos 1920’de dayatılan yazıyı imzaladığı hâlde son imza ve tasdik salahiyetinin sahibi olan Devlet Reisi, bu talebi reddederek Sevr’in andlaşma olmasına müsaade etmemiş. Metin bir taslaktan öteye geçememiştir.

 

Sonraki gelişmeler malumdur.

 

Neticede TBMM’de nisabı bulmayan rey sayısıyla rejim değişmiş, Hânedan’dan Cumhuriyete geçilmiş ve ilerleyen dönemlerde Devlet, milleti, Bayrağı, toprağı ve bütün millî müesseseleriyle yoluna devam etmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Bugün yine Cihan Devleti Türkiye yolundayız.

 

Şu yazdıklarımız, yerli-yabancı her ahlâklı tarihçinin üzerinde ittifak ettiği doğrulardır. Buna rağmen bir asırdır bu topraklarda bazı kimseler, ilk reis-i cumhuru her türlü hatadan tenzih ederek, Atatürk’ü “insanüstü”lüğe çıkarmaya çalışarak çiğ bir methiyecilik yaparken son Padişaha da bilindik sefil hakaretleri tekrar edilmektedir.

 

Bu bayağılıklar Atatürkçülük adına yapılmakta.

 

Dalkavukluk o raddeye geldi ki Atatürk, mümkün olsa da mezarından kalkıp bazı icraatlarının mesela Filistin’de 7. Ordu’yu komutanlarına danışmadan geri çekmenin, harf inkılabının vs. yanlış olduğunu, bugün olsa bunları yapmayacağı, kendisini Samsun’a Padişahın gönderdiğini söylese Atatürk istismarcıları şunu derler: "Tevazua bakın, böyle bir alçak gönüllülük görülmemiştir.”

 

Bir insanın yalnızca övülebildiği, asla tenkit edilemediği bir ülkede fikir hürriyeti yoktur. Türkiye, bu beşinci dünyalığa müstahak değil. O sebeple CHP, Koruma Kanununun kaldırılması için Meclis’e müracaat etmelidir. Övenin, övme adına, yerenin de yerme adına söyleyeceği bir şey kalmadı.

 

Türkiye Yüzyılı, önce fikir planında kurulmalı.

 

 

 

Rahim Er'in önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.