Yoğun bakımda onu gördük gök kubbe üstümüze yıkıldı

A -
A +
YAZARIMIZ RAHİM ER 6 AYDIR OĞLUYLA YAŞADIĞI ACILARI YAZDI Yoğun bakımda onu gördük gök kubbe üstümüze yıkıldı

ÜÇE BÖLÜNEN UÇAKTAN 9 CESET ÇIKMIŞTI Türk Hava Yolları'na ait Boeing 737-800 tipi Tekirdağ adlı uçak, 25 Şubat 2009 tarihinde Hollanda'nın Amsterdam kentinde Schiphol havaalanına inişi sırasında otoyol kenarındaki toprak alana düşmüştü. 127 yolcu ve 7 mürettebatın bulunduğu uçak üçe bölünmüş, kazada 9 kişi hayatını kaybetmişti. Sunuş Bugün 25 Ağustos 2009. Tam 6 ay evvel bugün, 25 Şubat günü bir kor ateş düştü yüreğimize. Ateş ki ateş, harlı, dehşetli, amansız. Yüreğimizi o gün bugündür yakıyor da yakıyor. Bir anne yüreği, bir baba yüreği, bir kardeş yüreği, Cüneydimizi, o güzel genci sevenlerin yüreği... Ne yürekmiş ama... Ne yüreklermiş.. Haber Kuşağı.com'daki bir yorumda Aytekin Yörük, "Rahim abi, bu imtihanı da yaşayacakmış" diye yazmıştı. Doğru söylemiş. Hakikaten öyle, kazadan evvel de nice imtihanları arka akaya yaşamıştık... ...... Dertleri zevk itmektür âlemde hüner Gâm-ı şâdiyi felek böyle gelmiş, böyle gider ...... Tabii bu beyitteki hal, ne haddimize! Bugün 25 Ağustos 2009.... 25 Şubat 2009 çok uzaklarda, 6 ay öncesinde kaldı. Halbuki bizim yürek yaramız eskimedi. O günden bu güne çok mevsimler değişti. Baharlar geçti, yazlar geldi. Ama biz bir şey görmedik. Çünkü Cüneydimiz daha ayağa kalkamadı.. Televizyonlarda uçak görüntüleri, dumanlar. O korkunç an yaşanı-yordu. Eşim, sanki kalbinden vurulmuştu. Bizi çeşitli yerlerden sürekli eş-dost aramaktaydı. İlk arayanlardan biri de Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan oldu. Yoğun bakımda onu gördük gök kubbe üstümüze yıkıldı

FERRARİ FABRİKASINDA Birçok sosyal faaliyetinin yanı sıra motor sporlarına da ilgi duyan Cüneyd Er (sağda), aynı zamanda www.TurkiyeF1.com internet sistesinin de kurucularından. Ferrari firması Er'i, 2003 yılında İtalya'nın Monza şehrindeki fabrikasına davet etmişti... Yoğun bakımda onu gördük gök kubbe üstümüze yıkıldı Bir yoğun bakım odasında, makineye bağlı, sadece nefes alıp veren genç, oğlumuz Cüneydimizdi. Mermer soğukluğundaki hakikatle baş başa kaldığımızda, tavan başımıza çöktü!.. 24 Şubat 2009 Akşamı, bacanağım İsmail Hakkı Sağırlı ile birlikte aile dostumuz, yeğeni vefat eden Mustafa Kendirli'nin evine taziyeye gitmiştik. Dualar ettik, teselli sözleri söyledik. Sonra Kırşehirli koca Türkmen'den izin istedik.. Eve gelince Cüneyd'i aradım. Gece 10.30 suları olmalıydı. Aramaları hep cep telefonunun kısa yolundan yapardım. Cüneyd'i her gün, bazen günde birkaç kere arardım. Annesi arardı, Ömer arardı, teyzesi arardı. Bu bir aile üslubu. Aradım, Cüneyd'in ilk sözü "geldiniz mi?" oldu. Hoş ve yumuşak sesi, bir tatlı meltem gibi beni bürüdü. Taziye ziyaretine gideceğimi biliyordu. "Evet, geldim" dedim. Ertesi sabah kaçta uçacağını sordum. Erken saatte İstanbul aktarmalı olarak Amsterdam'a gidecekmiş, Yeşilköy'de olma saati sabah yediydi... Aslında Cüneyd'i o hafta İstanbul'a bekliyorduk. Çünkü 22 Şubattı, çünkü evlilikte 30. yılımızdı. Bunu daha evvel konuşmuş, bir araya gelmeyi bu seyahati sebebiyle tehir etmiştik. Hayırlı yolculuklar diledim. Dua ettim. Başarılarına dua ettim. İLK TEDİRGİNLİK KIVILCIMI Ertesi sabah o güne kadar yapmadığım bir şeyi yaptım. Cüneyd, iş icabı sık seyahat ediyordu. Ankara'da Avrupa Konseyinde çalışmaktaydı. Doktora çalışması için gidiyordu. Leiden Üniversitesinde Adli Bilişim üzerine doktora yapmaktaydı. Nedendir bilmiyorum. Bu defa sabah erkenden ona dua için kalktım. Daha 05.30'du. Daha sabah ezanları okunmamıştı. Abdestten sonra telefon açtım, telefonu cevap vermedi. Sonra namaza durdum, bitince dua ettim: - Ya Rabbi! Sıhhat ve selametle gidip gelmesini lutfeyle. Saat yedi sularında yine aradım mı hatırlamıyorum. Her zaman aktarmalarda "İstanbul'dayım" diye kendisi arardı, "gelelim" mi derdik, "yok yok, gerek yok" derdi. Ama bu defa aramamıştı. Sabah kahvaltısında annesiyle Cüneyd'i konuşuyorduk. O gün evde çalıştığım için kahvaltı, kuşluğa kaymıştı. Ara ara birkaç kere telefon açmıştım, cevap alamayınca sesli mesaj bıraktım. İlk tedirginlik kıvılcımları içime düşmeye başlamıştı. Sonra ben odama geçtim. Sevgili Peygamberim kitabının 12. cildini bitirmiş, Enver Ören Bey'e teslim etmiştim. Şimdi 13. cilde çalışıyordum. Kaza haberini aldığım esnada ise Türkiye Gazetesi'ndeki köşeme aile mutluluğu üzerine bir yazı yazmaktaydım. O yazı tabii yarım kaldı. Şimdi bilgisayarın neresinde olduğu meçhulüm. Aile mutluluğuna dair bilgisayar tuşları ile ekran arasında çalışırken telefonum çaldı. Arayan Haber Kuşağı.com'un yazı işleri müdürü Yasin Duvan'dı. "Efendim, Amsterdam'da bir THY uçağı düşmüş" dedi. "Ne diyorsun Yasin, o uçakta Cüneyd vardı?" dememle salona koşup televizyonu açmam bir oldu. Canlı yayın vardı, uçak görüntüleri, dumanlar. O korkunç an yaşanıyordu. Eşim, sanki kalbinden vurulmuştu. "Yavrum" diyerek dövünüyordu. Bir mustarip annenin o halini anlatmak imkansız. Sonra o "yavrum" kelimesini Amsterdam'a giderken uçakta yol boyu tekrarlayıp durdu. Dünyanın en güzel "yavrum" nidasını işitiyordum.* Haberi işittiğimde ilk aklıma gelen uçakta yangın olup olmadığıydı. Şükür yangın yoktu. Hemen Ömer'i aradım. Kazayı haber verdim. "Biz havaalanına gidiyoruz" dedim. O da hemen harekete geçti.... "İnsan kurar, kader güler" demişler. O gün akşam 19.00'da bölgenin üç valisiyle Bursa Kervansaray otelinde birlikte yemek yiyecektik. 6 Martta ise Elazığ Valisi Muammer Erol'a hayırlı olsun demek için biletimi bile almıştım. Yine o gün, kaza günü, 25 Şubatta umre için ödeme yapmaya gidecektim. Nedret Hanımı maalesef hiçbir yere götüremiyordum. Bu benim içimde ukdeydi. Tevazuu hazmetmiş bir hanım. Hep sadeliği tercih ede geldi. Umre için birlikte gidecek olmanın sevincini yaşıyordum. Eşime bir hizmetim olacaktı. O gün, evet 25 Şubat günü aynı zamanda Pasaportumu yenilemeye gidecektim. İstanbul emniyetinden Nihat İşlek Bey'i aramıştım. Her zaman o babacan tavrıyla "Abi gel biz çayımızı içerken pasaport yenilenir, şu kadar harcı var" demişti. Öğlene kadar yazacak, öğleden sonra koşacaktım... 70 MİLYONU TESKİN ETTİNİZ Biz, eşim, bacanağım, baldızım Mürüvvet Sağırlı Fatih'ten; Ömer Levent'ten hareket ettik. Yoldan THY basın danışmanı Ali Genç'i aradım. Kazazede yakınlarının Amsterdam'a gitme meselesini konuştuk. Onlar da bunun hazırlığındaymış Genel müdürlük binası önüne gelip arabadan indiğimde bir gazeteci ordusu ortasında kaldım. Onlara ne konuştuğumu hiç hatırlamıyorum. Fakat üç hafta kadar sonra Zeki S. Çakır, "Hep hastane ortamında olmaz! Bir hava al!" ısrarlarıyla Sultanahmet lokantasına götürdüğünde, lokanta sahibi "Siz o konuşmanızla 70 milyonu teskin ettiniz" dedi. Öyle mi, değil mi bilmiyoruz, ama o lokantacının biz lokantadan ayrılıp 15 metre kadar uzaklaştığında, arkamızdan koşarak "Cüneyd'in annesinin ismi neydi, Eshab-ı Bedr okuyacağım" demesini hiç unutamam. Zorlukla THY genel müdürlük salonuna geçtik. Ortalık ana-baba günüydü. Bizi çeşitli yerlerden sürekli olarak eş-dost aramaktaydı. İlk arayanlardan biri de Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan oldu. Bu ara televizyonlar da bize bağlanmak istiyordu. Hiç birini kabul etmedik. Gelen haberler çelişkiliydi. "Cüneyd'i merak etme, kendisiyle konuşmuşlar, otele alınmış, istirahat ediyor" demekten daha başka bir sürü sözlere kadar birçok şey duyuyorduk. Bizi, bir kardeş kafilesi karşıladı THY yöneticileri geldi. Konuştuk. Biraz sonra onlardan biri aynen şöyle dedi "Büyük bir itidal içindesiniz!" Ona dedim ki; "Benim bir kedim vardı. Bir Van kedisi, gözleri farklı, ismi de 'Civan'dı. Kedi, bir gün yok oldu. 'Kayboldu' dediler. Aradan altı ay geçtikten sonra ancak telef olduğu gerçeği bana açıklandı. Çünkü kedimin telef olduğu haberi beni çok üzecekti, bu yüzden saklamışlardı... O, bir kedi. Burada mevzubahis olan evladım. Varın siz her şeyi buna göre hesap edin. Şu var ki biz kadere iman ediyoruz." Sonra uzun, tedirgin edici bekleyişler oldu. Telefonlarım sürekli çalıyordu. Amsterdam'a gitmemiz ise hep gecikmekteydi. THY yöneticileri, "Bir başka ülke. Oranın kanunları geçerli, müdahale edemiyoruz" diye açıklama benzeri bir şeyler söylediler. Nihayet akşam saatlerinde havalanabildik. THY Aile Destek Birimi adıyla kazazede akrabalarına münavebeli olarak hizmet verecek bir birim kurmuştu. O birimdeki gençler gerçekten teşekküre, duaya çok layık pırıl pırıl vatan evlatları. İsim saymamız gönül koymaya sebep olur. Eşim, Ömer ve ben birlikte uçuyorduk. Eşim, dünyanın o en tatlı sözünü 'V'lere vurgu yapa yapa tekrarlıyordu, "Yavrum!.." Kalbimizden ve dudaklarımızdan dualar taşıyordu. *** Osmanlı'nın "Felemenk" dediği diyarın payitahtına varmamız, gece 23.00 sularıydı. Uzun uzun gümrük muamelelerinden geçtik. Nasılsa lâle şenliğine gelmiştik. Gümrük memurlarının umursamaz yüzleriyle karşılaştığımızda, yanımızda hiçbir Türk yetkili yoktu. Hiç ama hiç kimse! Memurlardan birinin elinde adi bir kağıt vardı. "Yolcunun adı ne?" dedi. Söyledik, "Cüneyd Er." O sıradan kâğıda baktı ve soğuk bir ifadeyle cevabımızı verdi, "Adı burada yok!" "Nerede" dedik. "Bilmiyoruz" dediler. O anki halimizi anlatmaya lüzum olmasa gerek!.. Gümrükten çıktık. Bir dost, bir kardeş kafilesi karşıladı bizi... - DEVAMI YARIN -
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.