Dünyaya gözümü açtığımda...

A -
A +
“Başucumda annem ve babam bir de Maria isimli Alman bir ebe hanım varmış sadece…”
 
Şu an size kalbimi ortadan ikiye açsam da hangi duygular ile yazıma başladığımı bir gösterebilsem… O kadar çok heyecanlıyım ve bir o kadar da mutlu… Malumunuz psikoloji, yani insanları anlama sanatı çok geniş kapsamlı olduğu kadar, çok da derin bir konu.
Mesele, evvela kendimizi anlamaktan geçiyor. Bakın ben kendimi nasıl anladım? Ben bir gurbetçi ailenin çocuğuyum. Yani günümüzün modern söylemiyle "Eurotürk", bir zamanların klasik söylemiyle "Alamancı"… Şimdiki tanımlamayla Avrupalı Türk vatandaşı…
Kim ne isim verirse versin beni ilgilendirmiyor… Beni ilgilendiren ne biliyor musunuz? Biz yüreği memleketi için çarpan, vatan topraklarını, ezan sesini özleyen, yolda TR plakalı bir tır görünce çevirip bir çay içmek isteyen çocukluk döneminden gelen belki de son nesiliz. Son nesiliz belki ama ben ailemin ilk çocuğu olarak Almanya’da dünyaya gelmişim. Adımı da “er” ve “dinç” olsun diye “Erdinç” koymuşlar.
Bir Alman doğumevinde hayata gözerimi açtığımda başucumda annem ve babam bir de Maria isimli Alman bir ebe hanım varmış sadece…
Ah o yıllar… Buralarda Türk marketlerinin olmadığı yıllar… Dil bilmezlik sebebiyle şeker yerine tuz alınan yıllar... Bir teyze pasta yapmış zavallım, tuz çorağı olmuş pastanın içi… Ne bilsin şeker yerine tuz koymuş içine… Belki inanmayacaksınız ama o yıllarda nice evlerde banyo bulunmuyordu iyi mi? Yıkanmayı bilmiyordu burada insanlar… Gurbetçi aileler o ucube evlerde leğen içinde yıkanırdı o yıllarda…
Gurbetçilerin Türkiye’den izin dönüşünde bulgurunu da alıp getirdikleri dönemlerdi. Hatta bağ ve bahçelerimizde yetiştirilen kiraz veya kayısılar var ya… İşte espri ile derlerdi ki o yıllarda:
“Bunların iri ve iyileri Avrupa’ya gider… Allah Allah biz de mi iyiydik ki Avrupa’ya gittik...”
Malum o yıllarda iletişim de şimdiki gibi değil… Mektup yazarsınız iki ayda gider, komşudan telefon açmak ise çok lüks bir duygudur. Örneğin benim ilk resmim Türkiye’ye gönderilip de Türkiye’de hasretle bekleyenlerin ellerine ulaştığında ben iki aylık olmuşum... Allaha şükür, imkânlar dâhilinde hasbelkader büyüdük.
İki yaşımda iken pastam bölünmüş ve bir kardeş :) gelmiş evimize… Daha da pastayı kimseler bölmedi :)
Şimdiki gibi yeni mobilyalar dizili evler yoktu o yıllar. Eskiciden alınan ve şimdi adına ikinci el denilen müstamel dedikleri eşyalar ve hatta sokağa atılan kimi kullanılabilir eşyalar ile hayatını idame ettirenler vardı...
Gerçekten anlatması bile zor günlermiş o yıllar… Bazen kendime, “şimdikiler her şeye sahip de ne kadar mutlu?” diye sormadan geçemiyorum. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.