Jeolojik oluşum itibarıyla yeryüzü, yüzeyden merkeze ve en derinliklerine kadar muhtelif katmanlardan meydana gelmiştir. Her katman zamanla bünyesindeki fizikî ve kimyevî süreçlerle doğal yapıları gereği, jeolojik değişimlere uğramış ve hâlen de değişimlerini sürdürmektedir.
Mevcut hâliyle toprak, insanlığın anasıdır... Doğan her canlının yavrusu ona düşer, orada ayağa kalkar... Bitkiler karda kışta, boranda onda saklanır... Ve mevsimden mevsime dikilen kimi bitkilerle ömür boyu yaşayan bitkiler orada canlanıp çimlenir, fidan olur boy atar...
Ya o kısım kısım olan içimizdeki insanlardan söz etmeye gelince? Nasıl oluyor da akıl, vicdan ve şuur bağlamlarında yaratılmışların en mükemmeli, en değerlisi olan insan yavrusundan ileride, hırsız, haydut, eşkıya, hilebaz, fitne fesatçı; hain, anarşist, terörist, katil; ana baba, konu komşu ve çevresine, namusa, mala saldıran, uyuşturucu, madde bağımlısı ve alkol müptelası olan aile ve toplumun baş belası kişi veya kişiler çıkabiliyor?
Kabile hayatı yaşayan toplumlarda bile dikkate şayan imrenilecek insani ve erdemli hususlar yaşandığına göre ne oluyor da medeniyet denen gelişmişlik çağında, her türlü melaneti fütursuzca işleyen tıyneti bozuk, baş belası, suç makinesi insanlar türeyebiliyor?
Sıkıntı büyük ve vahimdir. İşte her bir damarından her canlıya analar gibi hayat veren toprak ve her türlü kötülüğü yapabilen tıynetteki insan kısımları arasında acınası farkın acizane bir tasviri budur maalesef...
Hasılıkelam mevcut menfurları adil bir şekilde eğitip ıslah etmeye uğraşırken gelecek nesilleri de çalışkan, dürüst, cesur, vatan ve milletini seven bir nesil oluşturmayı temel alan bir eğitim sistemiyle yetiştirilmesi en halis dileğimdir.
İrfan Özkaya
Neden yoksun bilmiyorum hâlâ
Git dedim bitti git.
Neden diyemedim
Deniz gözlerinde tayfunla vardı
Beni batırmak için gömdüklerinin
Yanına
Oysa sen
Denizim limanım tek sığınağımdın...
Kayboluş kaçınamazdı tayfununda,
Çaresiz
Götüreceği çöle,
Mecnuna yâran olmaya,
O Leyla'sını ben seni aramaya
Çaresizliğe,
Yokluğunda var olma savaşına
Umutla.
Sen yoksun, Leyla da biz
Çölde cenaze,
Ölmek kurtuluş belki
Yokluklar zamanında
Ölmemek cehennem dünyada sensiz
Kalbim kırık, ruhum divane,
Aklım çekip gitmiş,
Canlı cenazem tabutsuz,
Herkes habersiz
Lütfü Yarar
ÇEŞM-İ BÜLBÜL: Çeşm-i bülbül, bülbül gözü anlamına gelmektedir. Bülbül gözündeki renk ve çizgilerden ilham alınarak yapılan böyle çizgili ve nakışlı cam eşyaya da “çeşm-i bülbül” denmektedir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Çubuklu civarındaki bir atölyede kaliteli ve lüks cam ve billur eşya yapılmış, padişah tarafından takdir görmüştü. Sonra bu atölye devlet tarafından satın alınmış ve 1846’da genişletilerek cam eşyanın en kalitelileri imal edilmişti. 1848’de Mehmed Dede adlı bir Mevlevi Beykoz’da bir atölye açmış ve burada “Beykoz işi” denilen yaldızlı billur kâse, bardak, şişe, sürahi, yemişlik, vazo testi ve çeşm-i bülbüller yapmıştı. Abdülmecid Hanın emriyle, 1899’da Paşabahçe’de bir cam işleri fabrikası kurulmuş ve çok daha zarif eserler yapılmıştı. Bunların içinde açık mavi olanları daha kıymetliydi. 1902’de beş yüz kişinin çalıştığı bu fabrika daha sonra Avrupa’dan büyük ölçüde gümrüksüz gelen cam eşya ile rekabet edemedi. 1935’te Paşabahçe’de kurulan cam ve şişe fabrikası ile bu sahada bir ilerleme görülmüştür. Son yılarda, artık müze ve antika dükkânlarını süsleyen çeşm-i bülbüllere benzeyen çeşitli cam eşyalar yapılmaktadır.
Yetenekli Kalemler'de önceki yazılar...