İnsanların ve toplumların hayatında birden çok beşerî kurum var. Bu kurumların belli başlıları olarak ahlak, din, hukuk, bilim, ideoloji, gelenek ve görenekler, felsefe sayılabilir. Bunların hepsinin insan ve toplum hayatında bir yeri ve birbirinden nispeten faklı fonksiyonları bulunur.
Ancak, insan ve toplum hayatını açıklamaya ve daha kötüsü yukarıdan aşağıya doğru tanzim etmeye yönelik olan ve bütün bu unsurlar arasında tek unsuru öne çıkaran yaklaşımlar da karşımıza çıkmaktadır. Bunlara genel olarak tek boyutlu yaklaşım adı verilebilir. Bu yaklaşımda bu beşerî unsurlardan biri öne çekilir ve diğerleri öne çekilen kurum adına inkâr edilir, baskı altına alınır veya dışlanır. Asıl tehlike bir bireyin kendi hayatında tek bir unsuru öne çıkarması ve her şeyiyle ona dayandığına inanması değildir. Böyleleri ömürleri boyunca çeşitli derslerle muhatap olur ve fiiliyatta tek boyutluluğu aşan bir hayat yaşar. Asıl problem, bu tek boyutlu yaklaşımın herkese kamu zoruyla dayatılması gereken evrensel bir gerçekliğe dayandığı anlayışında ve bunu yapmaya yönelik arayışlarda ortaya çıkar.
Sosyalizm bu yaklaşımın tipik ve önemli bir örneğini teşkil eder. Bilime değer verdiğini ileri sürer ve sosyalist ideolojiyi bir çeşit bilim anlayışıyla özdeşleştirir. Bu bakışın kökleri Marx’a kadar gider. Marx’ın kendi ideolojisini “bilimsel sosyalizm” olarak adlandırması bu noktayı görmemizi sağlar. Bilim tek ve bilimin her dediği mutlak olduğuna göre diğer tüm ideolojiler ve bütün beşerî kurumlar reddedilir, onları önemseyenler ve savunanlar baskı altına alınır ve toplum üzerinde tam bir ideolojik tahakküm kurulur. Sosyalist diktatörlük bir çeşit bir bilim diktatörlüğü olarak görülür. Türkiye’de örneğin Birgün gibi sosyalist çizgiyi izleyen gazeteleri takip ettiğiniz zaman en çok önem verdikleri şeylerden birinin bilim olduğunu ve her hafta bilim sayfaları yapıldığını görürsünüz. Tarihsel olarak da Sovyetler Birliği başta olmak üzere bütün sosyalist sistemler bir bakıma bunun hikâyesi olarak görülebilir, okunabilir.
Buna benzer bir tavır daha küçük çapta olmak üzere mahallî bir ideoloji olarak Kemalizmde zuhur eder. Kemalistler “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözüne çok sarılır, onu bir hayat rehberi olarak görür. Ne var ki bu sözün arkasından ikinci veya üçüncü cümleyi kuramaz ve karşı tezlerle karşılaşınca da cevap vermeye çalışmak yerine muhataplarını küçümsemeye ve dışlamaya çalışır.
Oysa özellikle T. Kuhn gibi bilim insanlarının çalışmaları sonucu biliyoruz ki bilim paradigmalar hâlinde ilerler. Bir müddet doğru olduğuna inanılan bir paradigma bir süre sonra Poppercı anlamda yalanlanır ve bilimin itibarlı bir parçası olma vasfını kaybeder. Ayrıca, bilim elbette hemen her insan toplumunda var olan, önemli bir faktördür, ama beşerî hayatta bir yeri ve fonksiyonu olan diğer unsurlar arasında ne tek olması ne de diğerlerini bastırması mümkündür. Bilimin her konuda bir diyeceği de olamaz. Mesela ahlak kuralları bilimsel olarak varlık kazanmaz. Bütün ahlak teorisyenleri başka temeller üzerinde hareket etmiştir. Aynı şekilde, hukuk ve din kuralları da bilimin alanına girmez.
İlginç bir şekilde, 23 Nisan’da Marmara Denizi’nde Silivri yakınlarında yaşanan ve bütün İstanbul halkını tedirgin eden 6,2 büyüklüğündeki depremden sonra jeoloji ve deprem çalışan insanlar arasında iki kanat oluştu. Bir kanat bu orta şiddetteki depremin muhtemelen Marmara’da beklenmekte olan büyük deprem olduğunu ve bundan sonra daha büyük bir deprem olması ihtimalinin çok azaldığını öne sürdü. İkinci kanat ise asıl depremin henüz gerçekleşmediğini ve gelişinin kaçınılmaz olduğunu dile getirdi. Büyük Marmara depremi hakkında her ikisi de bilimsel olduğunu iddia eden bu iki yaklaşımdan hangisini esas alacağız?
Hayatta hakiki mürşit diye bir şey yoktur. Bilim bazen insana rehberlik edebilir, ama her konuda insana yol gösterici olamaz.
Atilla Yayla'nın önceki yazıları...