Bu hafta da futbolun dışına çıkmak için şartlandım ama olmuyor. Bir yerinden mutlaka bulaşıyoruz. Bugünlerde hangi ortama girsem, ilk soru "Kim şampiyon olur?" Serde Fenerbahçelilik var ya, Galatasaraylı dostlarımı kırmak istemesem de, sarı-lacivertli yönüm ağır basıyor. Moda İlkokulu 5-A sınıfındayız. Can Bartu, rahmetli Birol Pekel ve bendeniz. Bu üçlünün tek tuttuğu takım vardı; Fenerbahçe... O günlerden bu günlere geldik. Onlar futbolcu ben de gazeteci oldum ve zaman zaman kendileriyle röportajlar yaptım. "Hey gidi günler" diyorum... Can Bartu, Daum' un yanlışlarını teknik açıdan yazıyor. Tabii yazacak... Onun, futbol bilgi ve kariyerini Daum çok iyi biliyor. Gelelim aynı odak noktasına... Yani Daum'a. Ben bıktım yazmaktan... Nispet yapar gibi Alman takımları ile flört etmeye devam ediyor. Gün geçmiyor ki, yabancı basında haberi çıkmasın. Aman giderse gitsin. Kimler gitmedi ki. Benim asıl derdim kim biliyor musunuz? Anelka... Ağzı ile kuş tutsa bana yaranamaz. Çünkü Fenerbahçe'ye hiçbir şey vermedi... Hangi maçı tek başına aldı, hangi derbiyi kazandırdı? Bir Fransa Milli Takımı'dır tutturdu, aldı başını gidiyor. Grip olsa aspirin almaya Paris'e uçmaya başladı. Anelka'ya, Avrupa'da top koşturduğu günlerde, neden Fransız Milli Takımı'na "gel" denmiyordu. Tabii Fenerbahçe birinci sınıf vitrin. Adam kendisini iyi satıyor ve saklıyor. Futbol kariyerinin, yüzde kaçını sahaya yansıtıyor, o hâlâ bilmece. İşte bu sebepten tutmuyorum... Fenerbahçe eski başkanlarından Güven Sazak'la sohbet ediyorduk. Söz Anelka'ya geldi. Bana "Bu adamlar şayet Fenerbahçe'ye bir şey veremiyorsa ve de para ediyorsa SAT GİTSİN" kardeşim dedi. Ben de hemen satar, para kazandırırım kulübe. Konuyu biraz değiştirelim diyorum. Siz değerli okuyucularıma, her hafta küçük bir nostalji sunacağım. Geçtiğimiz hafta Mesut Dizdar ve Abdullah Acar'dan bahsetmiştim. Gelin Acar'la devam edelim. Yer Düsseldorf... Fenerbahçe, Rausch yönetiminde, hazırlık kampında. Hilton otelinde yönetim toplantısı var. Mevsim yaz, çok sıcak bir gün. Toplantı salonuna koşarak girmek istedim, giydiğim pantolon söylemesi ayıp "cırt" yırtıldı. Merdivenlerden çıkamıyorum. Durdum kaldım. Karşıdan Abdullah Acar geliyor. O bana, ben ona bakıp gülüşüyoruz. Ne terzi var, ne de pantoloncu. Ve Acar imdadıma yetişti. "Al odamın anahtarını gardroptan beğendiğin pantolonu al, giy ve toplantıya yetiş". Ve bendeniz üstü Bekir, altı Abdullah Acar olarak salona girdim. Bunu neden yazdım? O günlerde gazeteci, yönetici dostluğu, arkadaşlık ilişkileri, işte böyleydi... Teknik adamlar, yöneticiler ve biz gazeteciler tam bir aile ortamında çalışırdık. Aynı otellerde, aynı otobüslerde antrenman ve maçlara birlikte seyahat ederdik. Şimdi aralarında duvar var...