Altı yıl kadar önce dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Bangladeş'e gitmiştik. Sefalet içimizi burkmuştu.
Marmara bölgesi kadar coğrafyaya Türkiye'nin iki katı nüfusu sığdırırsan ne olur? Tabii ki keşmekeş.
Kara yolu ile ülkenin büyük şehri Chittagong'dan, Rohinya Müslümanlarının sığındığı Cox's Bazar'a geçtik. 150 kilometrelik mesafe 6 saat sürdü. Yol yok. Bizdeki kasaba yolları, onların şehirler arası yollarının yanında otoban gibi.
Hem yol dediğin şehri geçince dağa, bayıra, geniş düzlüklere açılır. Ama ne mümkün! Git git git şehirleri bir türlü geçemedik. Hepsi birleşmiş. Bir de karanlık mı karanlık. Kimin nereden çıktığı belli değil. Gecenin üçünde bile ilkel bir trafik vardı.
Sonra tartışmaya başladık: Bu ülke nasıl ayağa kalkar? Sen olsan önce neyi değiştirirdin?
Benim aklıma ilk olarak yollar geldi. Birisi erkeklerin kıyafetini söyledi, zira hepsi etek giyiyordu. Ötekisi anlamadığımız alfabelerini hatırlattı...
Sahi... Yüz yıl önce de bunlar bizim ülkemizde muasırlaşma adına yapılmamış mıydı? Anaokulundan itibaren beynimize kılık-kıyafetin, alfabenin Batı tarzında olması gerektiği yerleştirilmiyor muydu; bir asırdır bunların ne ulvi şeyler olduğu telkin edilmiyor muydu? Demek bunlar bilinç altımıza öyle iyi yerleştirilmiş ki bizim bile aklımıza çözüm olarak düşüvermişti. Bugün Japonya, Çin, Rusya, Güney Kore gibi kendi dil ve kimliğini sahiplenerek bir yerlere gelmiş birçok ülke var. Öte yandan Batı'nın bütün değerlerini baş tacı edip bir yere gelemeyen ülkeler mevcut. Yani fakirliğin sebebi ne din, ne kıyafet, ne alfabe, ne gelenekler.
Bizde bir vakitler, genel görünüşü bozduğu için Ankara şehir merkezine köylüler alınmıyordu. Polis kontrolüne takılan Aşık Veysel, kıyafetinden dolayı Ulus'tan atılmıştı...
Türkiye'de o kadar gelişime, dönüşüme, dünya ile etkileşime rağmen birilerinin arkaik zihniyetinde zerre esneme yok.
Evet, başörtülülere devletin kapısı açıldı, subay bile olabiliyorlar. Evet, ekranlarda başörtülüden geçilmiyor. Bu görüntü aldatıcı olmasın. Beyaz yakalıların çalıştığı plazalar dünyasında değişen bir şey yok. Bazı büyük özel şirketlerde görülmez perdelerin ve engellerin olduğunu biliyoruz. İşte iki gün önce gördük. Türkiye'nin en büyük yerli ve millî şirketinden birinin CEO'sunun şirket içi yazışması deşifre oldu. Beyefendinin, bağlı şirketin yöneticisini çalışanın ramazanını tebrik ettiği için azarladığı ortaya çıktı. Neymiş çok uluslu bir şirket olmaya çalışıyorlarmış, dinî günleri kutlama gelenekleri yokmuş, Ramazan Bayramı kutlanıyormuş ama ona da "şeker bayramı" denecekmiş!
Çalışanına "değer ve ilke" adı altında ayar veren CEO, sosyal medyada büyük tepki görünce istifa etti. Hakkında savcılık soruşturma başlattı. Hâlbuki millet vicdanında mahkûm etmişti. Bundan sonra tasarruf, şirketin sahibinde ve müşterilerde olmalıydı. ABD'li Apple ve İngiliz Oxford Üniversitesi gibi kuruluşların ramazan paylaşımları bile tek başına ders olarak yeterdi...
Sosyal medyadaki linç kültürünü sevmiyorum. Kullanıcılar, meselenin ardına önüne bakmadan haklı haksız demeden eline geçeni fırlatıyor. O anaforda insan karşı bir şey söylemeye cesaret edemiyor. Fakat bu CEO'nun tavrı ve tarzı kabul edilebilir cinsten değildi. Öyle ya bir tebrik mesajının kime ne zararı olabilir?
Millet yıllar yılı değerlerine ve inancına yönelik taarruzları, kendine yapılan haksızlıkları, baskıları, yok saymaları, ön kesmeleri sineye çekti. Bugünkü agresifliğin sebebi de biraz bundan kaynaklanıyor.
Sen kalk, bu topraklarda büyü, geliş, serpil "Gururla Yerli" diye reklamlar yap ama bu ülke insanının değer bildiklerini yok say...
Geliştirdiğin teknolojik ürünleri her eve sok, insanların parasını al ama onlara burun kıvır. Olacak iş mi?
Kimi siyasetçilerin, ekranlarda görünen kin abidelerinin, kalem sahiplerinin herzelerini biliriz. Dedikleri ve yazdıkları şaşırtmıyor. Ama ülkemizin gururu olan uluslararası bir şirketten yansıyanlar çok şaşırttı.
Fatih Selek'in önceki yazıları...