Medeniyet içinde yok edilen kültür

A -
A +

26.10.2024

 

 

 

PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA

 

 

 

 

 

 

 

Kültürün her zaman köklerine inilebilir ama medeniyetin köklerine inmek zordur; karmaşıktır. Kültür dört işlem gibi net, medeniyet çok bilinmeyenli denklem gibidir. Kültürü sağlam temellere oturan bir millet, medeniyet dayatmalarında da seçicidir.

 

 

 

 

 

Bir milletin aslını mayasını bozmak için evvelâ kültür ayarları ile oynanır. Millî hüviyeti çözülen kültür üzerine istediğiniz medeniyeti binâ edebilirsiniz.

 

 

 

 

 

1925’ten sonra yeni bir medeniyet dâiresine dâhil edildik.

 

 

 

Medeniyet içinde yok edilen kültür

 

 

 

Kültür târihi, medeniyetin köşeli parantezinde gizlidir. Kültür medeniyetin ham maddesidir. Medeniyet bu ham maddeyi işler. Kültür millî, medeniyet evrenseldir. Kültür kimlik, medeniyet âriyeten verilen nüfus belgesidir. Kültürün binâsı anonim, medeniyetin binâsı beynelmileldir (uluslararası). Kültürle bir milleti tanımlayabilirsiniz ama medeniyetle bunu yapamazsınız. Kültür bir milletin adıysa, medeniyet o milletin lâkabıdır. Kültür teorilerle inşâ edilmez; medeniyet ise teori ve tasarımlarla meydana gelir. Kültür ipinin iki ucu da milletin elinde olmasına rağmen, medeniyetin bir ucu milletin elinde, diğer ucu birçok milletin elindedir. Kültür bir milletin fotoğrafı ise medeniyet soyut tablosudur. Kültürde yatay ve dikey geçişler yoktur. Medeniyette ise doğrudan dikey geçişler vardır. Kültürün her zaman köklerine inilebilir ama medeniyetin köklerine inmek zordur; karmaşıktır. Kültür dört işlem gibi net, medeniyet çok bilinmeyenli denklem gibidir. Kültürü sağlam temellere oturan bir millet, medeniyet dayatmalarında da seçicidir. Zâten çoğu zaman bu ikisi uyuşmaz. Bir medeniyet dâiresine giren millet kültürünü de sorgulamaya başlar.

 

 

MEDENİYET DAYATMASI

 

 

Türkler İslâmiyete dâhil olduktan sonra da önceki kültürlerine vahdet akîdesine ters düşen âdetler dışında çoğu kültür değerlerini korudular. Denilebilir ki en az iki bin yıllık köklü bir kültürümüz vardı. Tanzimat’la başlayan değişim ise 1908’den sonra hızlı bir şekilde gelişti. 1925’ten sonra yeni bir medeniyet dâiresine dâhil edildik. Bu resmî bir uygulamaydı. Sosyal hayatın ve idârî sistemin tamâmında Batı medeniyeti sistemi içinde yer aldık. Kültür altyapısında temel yapışkan olan din, bu dönemlerde birtakım tahavvülâta (değişim) uğradı; ümmet kavramı hemen hemen yok sayıldı. Bu dönemin teorisyenlerinden Ziyâ Gökalp’ın slogan niteliğinde sözleri yayıldı: “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.” Uygulamalar böyle değildi. Zâten bu söylem sosyolojik açıdan da mümkün değildi. Türk milleti yapısı aynı durumdayken Batı medeniyetine dâhil olunca İslâm ümmetindenim sözü sâdece bir temennî olabilirdi. Çünkü yeni bir medeniyet kavramı yeni bir yaşayış, dînî alt yapıda farklılaşma ve sosyal hayatta yepyeni bir yapılanma gerektirir.

 

Batı’nın Greko Lâtin kültürü Hristiyanlık parantezinde bir bütündür. Kendi mezheplerindeki ayrılık aslâ Haçlı rûhunu değiştirmez. Avrupa Birliği yapılanması da 10. yy.da temeli atılan Hristiyan kutsal ittifâkının objektif hâle gelen şeklidir. Evangelizm bu asrın en sinsi projesidir. Son derece mutaassıp olan Yahûdî zümresinin teorik olarak bu sisteme katılma işini ABD üstlenmiştir. Birçok konularda detay bazında ayrışmalar olmasına rağmen Metodist’in ve Kril’ın torunları Ehl-i salîb şemsiyesi altına girerler. Neden; çünkü kültür altyapısına hâkim olan katı müeyyidenin adı Hristiyanlıktır. O hâlde bir milletin aslını mayasını bozmak için evvelâ kültür ayarları ile oynanır. Millî hüviyeti çözülen kültür üzerine istediğiniz medeniyeti binâ edebilirsiniz.

 

Semâvî olmayan dinlerde müeyyideler daha ziyâde kültürün bir parçası olarak ortaya çıkar. Kitâbî olmayan dinlerin kültürle bir problemi yoktur. Onlarda din ve kültür bir sarmal hâlindedir. Âyinler hem bir ritüel, hem bir ibâdet hem de kültür halkasıdırlar.

 

Fetişist, animist, totemist vb. dinlerde sistemli bir kânun (şeriat) olmadığı için âyinler semâî (duyuma dayalı) veyâ yıllardır uygulanan teatral hareketlerle bir folklor argümanı hâlinde belirir. Bu tapınmalar bir nevi eğlence mâhiyetinde olduğu için halkın bu âyinlere hemen hemen tamâmı büyük bir istekle ve bir tören coşkusuyla katılırlar. Bunların vazgeçilmez eşlik aracı mutlaka bir müzik gerçeğidir. Müzik ritim şeklinde hareketli âyinlere eşlik eder. Halk büyük bir konsantrasyonla bu ritmin coşkusuna ayak uydurur. İlkel dînî âyinlerin hepsinde mutlakâ müzik eşliği vardır. Burada ibâdetin birlik ve bütünlüğü müzik sâyesinde te’sîs edilir.

 

Kitâbî dinlerde ise müzik aslâ yer almaz. Câmi ve mescitlerde kalbin huşû ve hudûunu bozacak hiçbir şeye yer verilmez. Bu yüzden kırâatin kalp üzerindeki te’sîrin izâle eden müzikal kıraat (tegannî) haramdır. Başlangıçta câmi ve mescitlerde duvar süslemeleri de yoktu. Zâten buralara resim hiç girmemiştir. İbâdette esas kalbim tatmînidir. Kalp de ancak, sâde bir zikirle tatmine ulaşır: “Kalpler ancak Allâhü teâlâyı anarak huzura kavuşur.” (Ra’ad Suresi 28. Âyet-i kerîme)

 

İlkel dinlerde âyinlerin idarecisi zamâna ve bölgelere göre şaman, baksı, kam, ozan, oyun gibi yarı meczup din yöneticilerdi. Bu şamanların hem ruhlarla hem de tabiat varlıklarıyla doğrudan irtibat kurduklarına inanıldığı için genelde halkın arasında değişik şekillerle belirli hâle gelen, özellikle sar’alılar, halka âyin dışında pek karışmayan, yalnızlığı tercîh eden, kendi kendine konuşan, mânasız ve nereye baktığı belli olmayanlar şaman olarak bilinirdi. Bunlara sırlı kimseler olarak bakıldığı için çok saygı duyulur ve şifâlı otlardan yaptıkları ilâçlar kullanıldığı için şamanlar aynı zamanda şifâcı veyâ otacı olurlardı. Ellerindeki ritim saz (genelde geniş bir def) ve değişik süs ve ateşin ve tütsülerin mâverâi atmosferi altında ritmik danslarla trans hâline girerlerdi. Günümüzde çalgılı hoplaya zıplaya yapılan bâzı tekke ritüelleri de bu dönemlerin kalıntı bid’atleridir.

 

İbâdetlerde huşû ve hudû (namazın zevkıyle tevâzu ve yüksek konsantrasyon ve sessizlik hâli) ne kadar önemeliyse zikirlerde de böyledir. Tekke ve zâviyelerde veyâ zaman zaman câmilerde yapılan zikirlere bid’at karıştırılması haramdır. Büyük İslâm âlimi ve müftîü’s-sekaleyni (insanlar ve cinlere fetvâ veren) Ebussu’ûd Efendi (rahmetullâhi aleyh) fetvâlarında bu konuya da yer vermiştir.

 

Zikirlerde devrân (dönme), mûsikî âletlerinin hangisiyle olursa olsun âyet, hadîs ve mübârek isimlerin enstrümanlarla zikredilmesi haramdır.

 

Son zamanlarda özellikle bâzı tekke âyinlerinde kadın ve erkeğin birlikte raks etmesi ise çok farklı bir projedir.

 

Halay çeker gibi zıplamalar, trans hâlinde anormal feryatlar, Ebussuûd Efendi’ye göre riyâ hükmündedir. Ona göre zikrin esâsı sessiz ve hareketsiz olanıdır. Burada devreye kalp ve ruh girer. Zikirde nefsi beslemek esas değildir.

 

Bu konuda şu bölüm ve şu maddelere mürâcaat edilebilir: Beşinci Kısım-Dînî sınıflar

 

II. Sûfîler

 

341- Mes’ele cevap; 356- Mes’ele-cevap s. 84,85,86,87

 

(M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi Fetvâları, Işığında 16. Asır Türk Hayâtı, Enderun Kitabevi, 1972, sayfa 84, Mes’ele 348 İstanbul.)

 

Buradan anlaşılması gereken şudur ki, her türlü ibâdet ve zikre İslâmiyet öncesi bid’atleri karıştırmamak ve nefsî zevkleri, ilâhî vecd ve istiğrak sanmamaktır.

 

 

ESKİ YUNAN VE ROMA’DA BÂZI İBÂDETLER

 

 

Bacchus Antik Yunan’da “Şarap Tanrısı” olan Dionysos’un Lâtince şeklidir. Eski Mısır’daki adı da Osiris’tir. Aslen bir Trakya tanrısıdır. Dionysos genellikle Bacchus’un Roma enkarnasyonudur. Kilolu kırmızı yüzlü tipik bir sarhoş çehrelidir.

 

Eski devirdeki bazı insanlar fermentasyonu (mayalanmayı) bilmedikleri için sarhoşluğu ilâhî bir hâdise ve şarabı da “tanrıların içeceği!” olarak biliyorlardı. Bu yüzden Grek ve Lâtin kültürünün altyapısını oluşturan şarap miti, Batı’nın medeniyet ve temellerini oluşturmuş ve bu şekilde Batı şarâbı hem dînî hem de kültürel bir fantezi olarak zamânımıza kadar taşımışlardır. Bu miti Hristiyanlığa da monte ederek Hazret-i Îsâ’nın vedâ yemeğini şarâba bandığı ekmekte spiritüel bir kavram geliştirerek bir nevi kutsallaştırmışlar ve her topluluk ve Şükran Günleri’nde şarap içmeyi bir ibâdet hükmüne sokmuşlardır.

 

Tevrat’ta şarap içilip ibâdet yerlerine girilmesi haramdı. Şarâbın İncil’de helâl edildiği ve Hazret-i Îsâ’nın şarap içtiği ifâdesi muharref İncil’de geçer. “Onlar yemek yerlerken Îsâ ekmek aldı, şükran duâsı edip parçaladı ve tâbîlerine dedi ki: Alın yiyin bu benim günahların bağışlanması için bedenimdir ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki: Bundan içiniz çünkü bu benim kanım günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Babamın melekûtunda sizinle tâze olarak onu içeceğim o güne kadar ben asumânın bu ürününden içmeyeceğim.” (İncil, Matta, 26, A 26-29; Yuhanna, A.30: vd.)

 

Burada İncil-i Şerîf’in muharref (değiştirilmiş) olduğunu gösteren ön önemli cümle “Babamın melekûtunda” ifâdesidir. Bu ifâdede Hazreti Îsâ’nın Allâhü te’âlânın oğlu olduğu ve Melekût ile mekân izâfe edildiği görülmektedir.

 

Bir diğer ifâde Hazret-i Îsâ’nın şarap içme olayıdır. Peygamberler ismet sıfatı ile muttasıftırlar. Yâni önce ve sonra haram kılınan hiçbir fiili işlemezler. Şarap İslâmiyet’in başlarında haram değildi. Tedrîcen yasaklanmış ve mensûh âyetler arasına girmiştir

 

Bâzı fiiller bütün peygamberlerin şeriatinde yasaktır. Bunlar beynennâs (insanlar arasında) her zaman geçerli olan hükümlerdir. Meselâ, adam öldürmek, zinâ, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, livâta, yalancı şâhitlik vs. gibi...

 

Görüldüğü üzere Batı, alkolü medeniyetlerinin de bir gereği hâline getirmiştir. İslâmiyet’ın her türlü alkollü içkiyi kesin haram kılmasına rağmen, Batı Medeniyeti dâiresine girmemizle ilk yapılan fabrikaların şarap, rakı ve bira fabrikası olmasıyla ilkokul çocuklarına bile tavsiye edilen bu zararlı maddeler bir alkolik neslin doğmasına sebep olmuştur. Zamânımızda alkol rekolteleri inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Alkol elbette berâberinde birtakım bağımlılık maddelerinin de destekçisidir. Diziler sürekli alkol ve fuhuş propagandası ile doludur. Batılı olmak işte böyle bir şey! Psikiyatrlar, psikologlar, akıl hastaneleri, amatem (alkol ve madde bağımlıları tedâvî merkezi) umatem (uyuşturucu madde tedâvî merkezleri) bu durumlarda âcizdir. Batı medeniyeti havârileri, artık bu fecî manzaraya kadeh kaldırabilirler. Biz Batılı değiliz. Hristiyan değiliz. Hücrelerimiz genlerimiz Doğulu ve İslâm’dır. Dînimizin haram kıldığı alkolü resmî törenlere bile soktunuz. Vatan savunması için işçilerimizin mübârek emekleri ile yaptığı firkateynleri, muhripleri, gemileri denize indirirken Hristiyanların âdetlerine uyarak gemi burnunda şampanya patlattınız. Rakıya millî içki dediniz! Ne diyelim. Daha ne diyelim. Kimsenin ne yaptığına karışma lüksümüz yok. Ne yaparsanız yapın.

 

Sigara yasağı kadar alkol üzerinde durulmaması çok garip değil mi?

 

 

AKDENİZ HAVZALARI İNANIŞLARI

 

 

Hemen hemen bütün Akdeniz havzaları halklarında birbirine benzer inanışlar görüşür. Bunlarda ölüp dirilen “tanrı” ve “tanrıçalar” vardır. Asıl mit de budur. Kültür dâireleri içinde, önce büyük şehir devletlerinde gelişen bu mitlerde hafif ivme sapmalarına göre isimlerde de derişiklikler görülür. İnanna, Gaia, Kibela, İştar, İsis vb. bunlara örnektir.

 

Modern topluluklarda da bu kültür yaptırımları halkın topluca kutladığı bayramlar hâline gelmiştir. İlk defa 17. yy.larda uygulanan Kasım’ın 2. veyâ 4. Haftasında kutlanan “Şükran Günü” bir bayrama dönüşmüştür. Nevruz da bunlardan biridir.

 

Akdeniz havzasındaki “Bağ Bozumu” şenlikleri Batı’nın destânî karakterini de ortaya koyar. En önemli üretim maddesi üzüm olunca onun hasadı da bir bayram olarak kutlanmaya başladı. Bunu bir tanrıya bağlayarak ona daha dînî bir hava verdiler. Artık Yunan’da ve Roma’da hem tanrılar hem de halk sarhoştu! Buna bir de ayyaş tanrıları memnûn etmek için insanlar kurban etmeye başladılar. Tanrıların güçlü erkeklere ihtiyâcı olduğu için gürbüz ve sağlıklı gençler kurban edilmeye başladı.

 

Sonra Homeros’un İlyada ve Odysseus destanlarındaki Truva Savaşı’nda Artemis Tanrı’nın insanlara kızıp rüzgâr göndermemesi üzerine Agamemnon, kızı İphigenia’yı kurban eder.

 

İlkel devirlerde bol sunakların bulunması erkek ve kadın cinsinden birçok insanları tanrılara kurban edildiğini gösterir.

 

Hazreti İbrâhîm’in Hazreti İsmâîl’i kurbân etmeyip bu âdetin vahiyle kaldırılması insanlığa verilmiş en önemli mesajdır: İnsanları kurban etmeyiniz!

 

 

KAOS, KAN, ŞİDDET

 

 

İnsanlar asırlardır nefsî savaşları, sebepsiz yere kan dökmeyi, zulmetmeyi hiç bırakmadılar. Seçkin sınıflar halkı hep ezdiler, öldürdüler, savaşlara zorladılar; mallarını, hanımlarını ellerinden aldılar. Bu her dönemde böyle oldu. İşte Hak Peygamberler bunlara isyân ettikleri için öldürüldüler, tehdit edildiler, sürüldüler, ama dâvâlarından dönmediler. Her peygamberin elinde asâsı vardır. <Asâ> “ayn”, “sâd” ve elifle yazılır. “Isyân” masdarı da aynı kökten gelir. Yâni her Peygamber Rabb’in isteği üzerine bu zulüm ve ters inanç sistemine isyân ederek mücâdele etmişlerdir. Peygamberlerin getirdiği sistemin doğru olduğuna inanan fakir halk, bu sistemi kabûl etmekle birlikte o dönemlerin egemen sınıfına bağlı oldukları için bu inançlarını açıklayamadılar. Çünkü onlar bu egemen sınıfın ya köleleri veyâ karın tokluğuna çalıştıkları efendileriydi. Fir’avunlar, Nemrutlar, Hâmanlar, Ebu Cehil ve Ebû Lehebler hep bu sınıftandı.

 

Zamânımızı da düşünürsek bu egemen sınıfın hâlâ bu ve benzer zulümleri yaptıklarına şâhit oluyoruz. Fakat unutmayalım ki artık bir peygamber gelmeyecektir. Son Peygamber’in ümmetine yakışan şekilde yaşamazsak bu zulümlerin devâmını da kabûl ediyoruz demektir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.