Prof. Dr. Suat Ungan
Trabzon Üniversitesi Öğretim Üyesi
ungan@trabzon.edu.tr
Derin kimlik yapıları farklı olan bazı kişiler, üst kimlik olarak Türklüğü kabul etmiş görünseler bile küçük bir sıkıntılı durumda derin kimliklerini ön plana çıkarmaktadır. Bu rahatsızlıklar son dönemlerde “Türk edebiyatı” ismi üzerinden kendini göstermeye başladı.
Giovanni Molino, 1641 yılında Roma’da yayımlamış olduğu İtalyanca-Türkçe sözlüğün ön sözünde Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde 55 krallık ve beylik; 33 millet ve dil olduğunu ifade etmektedir.
Çok lisanlı, çok kültürlü toplumlarda dil ve kültür problemi yaşaması normaldir. Alt kimlik unsuru taşıyan gruplar bazen hücrelerine çekilerek kabile mantığıyla hareket etmekte, kendilerini koruma altına almaya çalışmaktalar. Bunlar kendilerini tanımlamaya ya da kendilerine bir kimlik meydana getirmeye çalışırken bunu öteki üzerinden inşa etmek veya ötekini bozarak kendilerine bir alan oluşturmanın imkânını aramaktalar.
Arapçada “kabile” demek, karşı taraf anlamına gelmektedir. Karşı taraf, ben kimliğinin adıdır. Bu karşılık, birliktelik oluşturmanın temelini meydana getirir. Karşı taraf kadar büyük olmak isteyen, karşı taraf kadar bütünleşmek, en az karşı taraf kadar birlik olmak zorunda olduğunu bilir. Bu sebeple karşı tarafın hareketleri gözlemlenir, onlardan bir ışık bulunur, bazı durumları şere, bazıları da hayra yorumlanır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde köpeklerin ulumasını Türklerin sonunun geldiğinin işareti olarak yorumlayan Rumlarda olduğu gibi bu aşırı yorumlamalar bir rahatsızlığın işaretidir.
AZINLIK DUYGUSU
Azınlık duygusu ile hareket edenler, var olan düzene karşı bir duruş geliştirmek için her imkânı kullanmaya ya da her harekete şüphe ile yaklaşmaya başlarlar. Bu sebeple azınlıkların fazla olduğu toplumları eğitmek, onlarla birliktelik oluşturmak zor olmuştur. Osmanlıda dil üzerinden oluşturulacak birliktelik duygusu okullarda verilecek eğitime bağlı olmuş, bu konuda da belirli bir birliktelik sağlanamamıştı.
OSMANLIDA TÜRKÇE DERSLERİ
Tanzimat döneminde Türkçe, kurumlar vasıtasıyla yaygınlaştırılmaya çalışılmıştı. Sultan II. Abdülhamid, 1894 yılında imparatorluktaki mahallî ve yabancı bütün okulları Türkçe dersi okutmakla yükümlü tutmuştu. Bu uygulamaya gayrimüslim okulları Türkçenin kaba bir dil olduğu ve gelişimini tamamlamadığı bahanesi ile karşı çıkmışlardı. Ancak muallimlerin ders ücretinin Osmanlı Devleti’nce ödemesi şartıyla gayrimüslim okullarında Türkçe dersi verilmeye başlanmıştı.
Osmanlı gayrimüslimleri içinde Türkçeye en fazla yakınlığı olan Museviler olmasına rağmen onlar da zaman zaman Türkçeye karşı direniş göstermişlerdir. Onnik Jamgoçyan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sarraflık” adlı eserinde 19. yüzyılda Musevi cemaatinin en zenginlerinden olan ve Osmanlıda bankerlik yapan Abraham Saloman Camondo’nun 1855 yılında Piripaşa semtindeki bir Musevi okulunda Fransızca ve Türkçeyi öğretim müfredatına aldığı için, 1862 Kasım’ında Musevi cemaatinin tutucu hahamı Akreş tarafından cemaatten kovulduğunu ifade etmektedir.
Çok dilli, çok milletli, çok kültürlü Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinden doğan Türkiye’nin çok dillilik ve azınlıklar sıkıntısı yaşaması normal görülmelidir. Bu durumun cumhuriyetle birlikte tek dil ve tek millete evrilme aşaması zaman almakta ve bu süreçte bazı sancılı durumların oluşması kaçınılmaz olmaktadır.
Derin kimlik yapıları farklı olan bazı kişiler üst kimlik olarak Türklüğü kabul etmiş görünseler bile küçük bir sıkıntılı durumda derin kimliklerini ön plana çıkarmakta, gerek söylemleri ve gerekse eylemleri dönem dönem farklılık arz etmektedir. Bu rahatsızlıklar son dönemlerde Türk edebiyatı ismi üzerinden kendini göstermeye başladı. Onlar “Türk edebiyatı” kullanımı yerine “Türkiyeli edebiyatı”, “Türkçe edebiyat” kavramlarını önermeye, hatta kullanmaya başladılar.
Bu kişiler Türk isminden rahatsızlık duymakta, her fırsatta bu ismi kullanmamayı, bazı kavramların önünden Türk isminin çıkarılması gerektiğini ifade etmektedirler. Bunu söylerken de bazen dostane bir edaya girmekte, terminolojik kavramlar üzerinden kendilerine bir çıkarım yapmaktalar. Bazen doğru öncüller ileri sürmekte fakat bu doğru öncüllerden istedikleri tarzda yanlış çıkarımlar yaparak kendilerini haklı göstermeye çalışmaktadırlar.
MASKELİ EDEBİYAT
Onların istediği gibi “Türk edebiyatı” yerine “Türkiyeli edebiyatı” kavramı kullanılmaya başlansa, bu sefer, Türkiye, Türklere ait, Türklerin yurdu manasına gelmektedir. Bu ülke herkesin, ayrımcılık oluyor Anadolu edebiyatı olsun gibi farklı taleplerle geleceklerdir. Bunlar tavizin, halk arasında anlatımı yaygın olan “sarı öküzün” peşindeler.
Sırpların Osmanlıya karşı isyanları, maskeli, millî ve istiklal olmak üzere kaç safhada gerçekleşmişti. Türkiye’deki bazı söylemler maskeli safhanın izlerini taşımaktadır. Maskeli safha, isyanın, başkaldırının ilk hâlidir. O safhada zihin bulandırıcı kavramlar kullanılır, laf kalabalığı oluşturularak bazı değerlerin içerisi boşaltılır. Maskeli safhada var olana düzene doğrudan karşı çıkılmaz, burada tahfif (hafifletilmiş) edilmiş ifadeler ile kafalar karıştırılır, var olan durumdan duyulan rahatsızlık kavramlar üzerinden oluşturulur.
Maskeli safhanın adamları MÖ yaşamış Ezop gibi, alegorik ifadeler kullanırlar. Çünkü bunların çoğu makam mevki sahibidirler. Statükolarını, konfor alanlarını kaybetme korkusuyla var olana doğrudan karşı çıkma yerine, bazı aşırı genellemeler yapar, bazen de indirgemeci bir yaklaşımla zihin bulanıklığı oluşturmaya çalışırlar. Kendilerinin olmadığını sandıkları değerleri, kendilerinin olduğunu iddia edenlere yâr etmemek için uçuk, anlamsız adlandırmalar yaparak mevcudu tanımsız ve işlevsiz hâle getirme çabasına girerler.
“TÜRKİYELİ YAZARLAR”!
Bu kişiler “Türkiyeli edebiyatı”, “Türkçe edebiyat” fikrini ileri sürerken Türkiye’de birçok ırktan insanların bulunduğunu, bunların Türkçe yazmış olmalarına rağmen Türk olmadıklarını bu nedenle “Türkiyeli edebiyatı”, “Türkçe edebiyat” denilmesinin doğru olacağını iddia etmektedirler.
Bu mantığa göre dünyada hiçbir milletin edebiyatının olmaması gerekir. Veysi Değirmençay’ın “Farsça Şiir Söyleyen Osmanlı Şairleri” kitabında ya müstakil bir divanda toplamak ya da Türkçe divanlar arasına serpiştirilmek suretiyle sekiz yüz kadar Osmanlı şairinin Farsça şiirler yazdığını söylemektedir. Bu bakış açısıyla Fars edebiyatı yerine Farsça edebiyat mı demek gerekecek? Bu duruma İranlıları kim ikna edebilir? Yine yüz binlerce yazar, şair, ulema, eserlerini Arapça yazmıştır. Araplara “Arap edebiyatı” yerine Arapça edebiyat kavramını kim teklif edebilir? Bugün İngilizce İngilizlerin elinden çıkmış olmasına, dünyada birçok millet kafasına göre İngilizce yazmasına ve konuşmasına rağmen İngilizlere İngiliz edebiyatı isminde bir kavramın olmadığını kim söyleyebilir?
Şemseddin Sami’nin abisi Fraşirli Abdul Bey, Arnavutların ilk alfabesini geliştirmiş, Arnavutların gramer kitaplarını yazmıştır. Diğer kardeşi Naim Fraşiri Arnavut millî şiirinin öncüsü olmuştur. Fakat Şemseddin Sami Türk edebiyatının en üretken yazarı olmuştur. II. Abdülhamid kendisine “Rutbe-i ûla sınıf-ı sânîsi” rütbesiyle ona iftihar madalyası vermiştir. 54 yıllık kısa hayatına elliden fazla muhteşem eser bırakan Sami’nin “Kâmusu’l-Âlâm” adlı eseri beş bin sahife kadardır. “Kâmus-i Türkî” adlı eseri Türk edebiyatının en muhteşem sözlüklerinden birisidir. Şimdi biz Şemseddin Sami’yi Arnavut olarak mı göreceğiz? O zaman Türkiye dışında yetişmiş, Kâşgarlı Mahmud’u, Yusuf Has Hacib’i, Cengiz Dağcı gibi binlercesini nasıl adlandıracağız?
SURET-İ HAKTAN GÖRÜNENLER
Türkçe isminden rahatsızların bazıları bir iki oy devşirme adına koskoca Türkiye’yi siyasi hırslarına kurban etmeye çalışırken bazıları da dost görünüp kendilerince akilane bir tavır takınmaktadırlar. İşin kötü tarafı şair Bâkî’nin “Bâtıl hemîşe bâtıl u bîhûdedir velî/ Müşkül budur ki suret-i hakdan zuhur ede” dediği gibi yanlışın her zamanki gibi batıl ve boş olmasından ziyade bu yanlışın dost görünün kişilerden zuhur etmesinin, Türkiye’nin surlarında gedik açmak isteyenler için bulunmaz fırsat oluşturmaktadır.
Türkiye bir yandan Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumları vasıtasıyla yurt dışında bir yılda bir milyon yabancıya Türkçe öğretmeyi hedefliyorken aynı zamanda yurt içinde Türk edebiyatı ismini, anayasada güvence altına alınmış Türkçeyi kaybetme riski ile karşı karşıyadır…