Kanlı gösterilerin yapıldığı arenalar, her öğün esir paralayan aslanlar, mermer gözlü putlar... Gök renkli zırhlar, ormanlaşan mızraklar, küflü zindanlar... Dibinde firavunvari gölgelerin oynaştığı ehramlar, ateşgedeler, brahmanlar, şamanlar... Ata, ota, ite tapanlar, diri diri gömülen çocuklar ve tahrif edilen kutsal kitaplar... Hasılı ufukların karardığı ve son peygamberin hasretle beklendiği yıllar. El bebek gül bebek Mus'ab anasının babasının üstüne titrediği bir gençtir. Bir kere çok yakışıklıdır, gözleri boncuk boncuk, saçları lüle lüledir. Sonra zariftir, kibardır, efendidir, gönül almasını bilir. Atlas pelerinini omuzuna atıp keyfiyesini rüzgara verdi mi masal kahramanı gibi bir şey olur, emirleri bile imrendirir. Kuşağına mücevherlerle bezeli hançerler sıkıştırır, yakasına goncalar iliştirir. En cins atlara o biner, en körpe kuzular onun uğruna kesilir. Ona Çin'den Maçinden kumaşlar, Hint'ten Habeş'ten ıtırlar gelir, peşinden çiçek yüklü rüzgârlar estirir. Hangi sokaktan geçse mandallar tınkırdar, sürgüler çekilir, gıcırdıyan kapılarda kara gözlü kızlar belirir. Yani diyeceksiniz. Yani bir gencin başını döndürecek ne varsa Mus'ab'ın önüne serilir. Ancak... Ancak o yeyip içip keyfine bakamaz zira sırtındaki kaftanın da önündeki sofranın da birilerinin kanına ve terine malolduğunu öğrenir. Bu sömürü çarkından sebeplenen kim varsa alayından, put tacirlerinden, müstehzi silahşörlerden, kibirli asillerden, bir miskal gümüş için kırk takla atan soytarılardan ve faltaşı gözlü büyücülerden nefret eder. Fukaranın aranıp sorulduğu, kölelerin insanca muamele gördüğü hakça bir düzeni özler. Evet, Kureyş'e nizam verebilmek onun haddi değildir ama adalet vaad eden biri çıksa seve seve emrine girebilir. Haktan hukuktan bahseden bir lider için canını verebilir. Konaktan zindana... İşte bu düşüncelerle dolup taştığı günlerden birinde ayakları onu Dar-ül Erkam'a getiriverir. Nasıl olursa olur, içeri girer ve Âlemlerin Efendisi'nin sohbetinde umduklarına erişir. Mus'ab bin Umeyr kuşlar gibi hafifler, bu neşeyi, bu müjdeyi ebeveyni ile paylaşmak ister. Ancak annesi bu haberden hiç hoşlanmaz. Hele babası beklenmedik şekilde parlar, sırtında kırbaçlar koparır, belinde değnekler kırar. "Sen koskoca Rabioğullarının varisisin" diye haykırır, "belki yarın Mekke'ye emir olacaksın. Geleceğini ayaklar altına alamaz, bir yetimin peşinde koşamazsın." Mus'ab'ı (Radıyallahü anh), Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetlerinden ayırabilmek için ellerinden geleni yapar ama başarılı olamazlar. Tutar gülyüzlü genci gün görmez bir dehlize kapar, aç ve susuz bırakırlar. Mu'sab tıkıldığı rutubetli mahzende boyun büker, el açar. Artık uğrunda ölünebilecek bir şeye sahiptir ve eziyetlerden tad almaya başlar. Yemez ama acıkmaz, içmez ama susamaz, ıslak duvarlara "Allah kerim" diye fısıldar. Sonra... Sonra yine falakalar, yine sopalar, dayaklar, kırbaçlar... Hasrete dayanılmaz Mus'ab tekmeden, tokattan korkmaz ama Efendimizin hasreti yaman sarar. Bir fırsatını bulup kaçmalı ve sahra aşmış seyyah gibi sohbete koşmalıdır. Zor olur ama onu yapar. Gelgelelim Mekke çok değişmiştir, dışarısı zindandan bile fenadır. Zira o günlerde müşrikler, müminleri tecrid eder, felaket bunaltırlar. Bedelini misli misline ödeseler bile mal satmaz, bir avuç buğdayı, bir tas sütü kıskanırlar. Dahası evlerini basar, tezgâhlarını kırar, yollarına pusular kurarlar. Efendimiz, gülyüzlü Musab'a kıyamaz eliyle Afganistan taraflarını gösterip, hicreti işaret buyururlar. Hazreti Mus'ab Necaşi'nin ülkesinde rahattır. Bir tüccar oğlu olmanın rahatlığı ile alır, satar, öyle veya böyle çorbasını kaynatır. Artık dar da olsa bir evi, az da olsa azığı vardır. Lakin Resulullah Efendimizin nurlu siması gözünden gitmez, sesi kulaklarında çınlar. Dar-ül Erkam'daki sohbetleri hatırladıkça burnunun kemiği sızlar. Elbette mahzunlaşır ve inanın çok ağlar. Hasret dayanılmaz olunca "ölümse ölüm" der, malını mülkünü fukaraya dağıtıp yola çıkar. Soluk soluğa Mükerrem Belde'ye koşar. Server-i Kâinat onu etekleri ipliklenmiş ucuz bir esvap ile görünce çok duygulanırlar. Hazret-i Ali'ye dönüp "Kalbini Allahü teâlânın nurlandırdığı şu kimseye bakın. Anne ve babası en iyi yiyecek ve içecekleri veriyordu. Allah ve Resulünün sevgisi onu bu hale getirdi" buyururlar. Medine'nin kandili Mus'ab bir ümit yine evlerine gider ve annesini bir kez daha İslâm'a davet eder. Kadıncağız bebek yüzlü Mus'ab'ını görünce bir hoş olur. Yiğidinin vücudu daha bir oturmuş, teni daha bir kavrulmuştur. Siyah sakalı ve uzun saçları ile koca adam olmuştur ama siması hâlâ bebek gibidir. Sanki alnı nurlanmış, bakışları derinleşmiş, yüzü mânâlanmıştır. Şu şirin çocuğu kucaklasa ne vardır ama o, kadife sesli, boncuk gözlü, lüle saçlı Mus'ab'ına yabancı gibi davranır. Şimdi Mekke eskisinden de tehlikelidir, zira babası işi şeref meselesi yapmış peşine kanlı katiller takmıştır. İşte tam o günlerde Akabe'de biat eden 6 Medineli kendilerine İslâmı öğretecek bir muallim isterler. Efendimiz Mus'ab'ı işaret ederler. ...Ve yedi mümin Münevver beldeye doğru yürürler.