Sevgili okuyucularımız, yazı günlerinin değişmesi sebebiyle; bundan böyle Cumartesi yerine Pazar günleri birlikte olacağız. Türk basınında bazı kalem sahipleri tatil gününe mahsus "layt"; yani Türkçe ifadesiyle, hafif yazı yazarlar ve çoğu kez de kendi özel hayatlarından, kişisel zevklerinden vs. bahsederler. Biz öyle yapmayacağız. Ancak diğer günlerden farklı bir yazı kaleme almaya çalışacağız. Umarım başlangıç için fazla abartılı bulmazsınız!.. Abartı, yani eski deyimiyle mübalağa bazen çok hoştur. Hele hele sanat maksatlı olursa... Mesela Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde bunun en güzel örnekleri vardır. Şu mübalağaya bayılmaz mısınız: Bakınız Bitlis vilayetimizin engebeli coğrafyasını ne güzel anlatıyor; "Diyar-ı Bitlis'te nargilemi koyacak kadar düz bir yer bulamadım!.." Yunus Emre, tabiat kanunlarını tersyüz eden öyle harika mübalağalar yapar ki, tadına doyum olmaz. Ve aslında bu yolla düpedüz gerçekleri çarpıcı şekilde dile getirir. Alın size bir örnek: "Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere/ Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu." Şu örneği de birçoğunuz hatırlayacaktır; "Manda yuva kurmuş söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış duydun mu?!" Abartı yahut mübalağanın bir de hoş olmayan örnekleri vardır. Bunun misalini de çok yakından verelim. Mesela: NATO zirvesi dolayısyla alınan güvenlik tedbirleri hemen herkes tarafından abartılı bulundu. Ama bir olay var ki, abartının da abartısı ve tabii rahatsız edici... ABD Başkanını koruyan gizli servis elemanlarının, Galatasaray Üniversitesindeki konuşmadan sonra; George W. Bush'u Ankara'ya inişinde T.C. adına karşılayan ve üç gün boyunca da hemen her saat beraber olan Devlet Bakanı Beşir Atalay'ın elini kontrol etmeye kalkışması, eğer bir şaşkınlık eseri değilse çok sevimsiz bir abartıdır. Çizmeyi aşmaktır. Neyse geçelim... Abartı'nın günümüzde en fazla kullanıldığı yer reklamlardır. Reklamlar, adı üstünde reklam olduğu için buradaki abartılar her zaman hoş karşılanır. Ne kadar ileri derecede abartı olsa da yadırganmaz. Ve belirtmek gerekir ki, her zaman ekonominin lokomotifi durumunda olmakla, sahasında en fazla yeniliğe de imza atan bir sektördür. Reklam abartıları her zaman eğlencelidir. Mesela yakın geçmişten bir abartı hatırlıyorum; adamın biri evine yeni halı ve koltuklar almış, üzerine bir şey dökülmesin diye yemeklerini hep evin dışında yiyor, dolayısıyla hemen hiç evine uğramıyor, uğrayamıyor!.. Bugünlerde de iki reklam ister istemez dikkatimi çekiyor; Birisinde, ayağının altındaki merdiven kayan boyacı yahut cam silicisi imdat istiyor. Onun çığlığını duyan yan dairedeki bayan, "Geldim, geldim..." diyerek hızla aşağıya iniyor fakat, merdiveni düzeltmek yerine, o hizada duran otomobilini uzak bir yere çekiyor ki, zarar görmesin!.. Bir diğeri ise Newton fiziğini temelden altüst ediyor. Yerçekimi denen hadiseyi kökünden inkar ediyor, ya da bertaraf ediyor... Kuleden havuza atlamak isteyen bir bey, belinin tutulması sebebiyle havada asılı kalıyor... (Newton bu manzarayı görseydi, reklam-abartı falan dinlemez, kesin olarak keçileri kaçırırdı!) Ama dert değil; havuz başındaki bayan derhal durumu fark edip cep telefonuna asılıyor. Bir taraftan da havada asılı duran şahsı teselli ediyor, azıcık bekle diye. Zaten o da buna hazır; (Tamam telaşlanma, idare ederim...) türünden işaret veriyor. Derdemez yukarıdan bir helikopter gelip askıdaki şahsı, özel harekat timlerini kıskandıracak şekilde yukarıya çekiyor. Öyle ya, "Kara ambulansı gelmese hava ambulansı gelir!" Eeh, bu manzara karşısında, Ambulans gelmediği için saatlerce yerde yatan, yahut kan kaybından ölen hasta ve yaralılar da hasedinden çatlar herhalde. Fazla abartmıyoruz değil mi?! "Şimdiki evlerde eşyalar oturuyor, insanlar ayakta dikiliyor" diye bir kanaat var. Ama ilk örnekteki reklam, işi daha da ileri götürüp; ev sakinlerini büsbütün dışarı atıyor. Halı ve koltuklar eskimesin, lekelenmesin de, ev halkı nerede barınırsa barınsın!.. Gerekirse eve hiç uğramasınlar... Elbette abartı, elbette reklam ama, bu biraz da, Batının üretim tarzını değil de, tüketim tarzını benimseyerek; batılılaşmaya çalışan toplumumuzun, eşyanın esiri olduğunu göster miyor mu? Eşyanın hakimi değil de, esiri olmak... Diğer taraftan, hayati tehlike içerisindeki bir insanı değil de, arabanın selametini düşünmek... Abartı ve reklam da olsa, insanların duygularının ne kadar aklın önüne geçebileceğini gösterme açısından düşündürücü değil mi? Eşyayı korumak için insan hayatını hiçe sayacak kadar maddileşmek... Tüketicinin bilinçlenmesi denen olay bu mu yoksa?! Dayanıklı tüketim eşyasını koruyalım derken, bazı değerleri dayanıksız hale getirip hızla tüketmiyor muyuz acaba? Biz gene de, havada asılı durarak, Newton'un yerçekimi kanununu rafa kaldıran vatandaşa dönelim. En iyisi, yeryüzüne hiç inmeye niyet etmesin. Hatta daha yukarılara, atmosfer üzerine çıkıp, uzayın derinliklerine dalarak hakikaten yerçekiminin olmadığı ortamda yaşamaya çalışsın! Çünkü yere inerse ambulans bulma şansı çok azalır. O şansı yakalasa da, bu trafikte hastahaneye zor ulaşır. Daha doğrusu canlı olarak zor ulaşır... Burası abartı değil, kaskatı gerçek. Gördünüz mü, abartıyı anlatalım derken galiba işi biraz abarttık. İyi reklamlar, pardon iyi pazarlar!