12 Eylül öncesi sol örgütlerin jargonunda, "Sürekli devrim", "Kesintisiz devrim..." gibi sloganlar kulak tırmalardı. Türkiye'nin son on yılı içinde; yıllara yayılmış bir "darbe süreci"nden bahsetmek gerekiyor... Yani öyle bir gece ansızın radyo ve televizyon dairelerinin kapısına dayanarak ilan edilen; ertesi gün ve haftalarda yoğun olarak neticeleri görülen ve nihayet bir buçuk-iki yıl sonra fiili olarak sahneden çekilen klasik darbe ve ihtillallerin yerine, "post modern" darbe, yahut belki de ultra modern diyebileceğimiz türden müdahalelerle yüz yüzeyiz... Bunlar öyle birdenbire olup biten cinsten değil!.. Çeşitli safhaları var. Onun için de uzun bir süreç söz konusu. Mesela 1997- 98 yıllarında tepe yapan 28 Şubat süreci ve yansımaları; dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından; "Gerekirse bin yıl sürer..." biçiminde arkalanmıştı. Daha sonra bu lafların ne anlama geldiği ortaya çıktı. Son olarak Radikal'den İsmet Berkan, Kıvrıkoğlu'nun da içinde bulunduğu ve o sıralarda daha yeni mütekait olmuş bazı generallerin aktif görev aldığı bir oluşumun varlığından söz etti. Bu oluşum, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in fiziki yönden ağır rahatsızlığını öne sürerek, onu bir nevi "Saray Darbesi" ile koltuğundan indirip, yerine de yardımcısı Hüsamettin Özkan'ı oturtmak istemiş... Ancak Ecevit'in umulmadık direnci ile bu darbe savuşturulmuş fakat; DSP'nin de yarıdan fazlası çil yavrusu gibi dağılmış... Aslında bu gelişmelerin zahiri biçimi, hemen herkesin hafızasında tazeliğini korumaktadır. Derken sürecin bir başka biçimde devam ettirilmesine yardımcı olacak bir tayin-terfi meselesi düşünüldüğü gibi gerçekleşmemiş! Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun görev süresinin uzatılmasına; vaktiyle kendisinin Cumhurbaşkanlığına aday olmasını engellediği için şiddetle karşı çıkan Mesut Yılmaz ve bu konuda istekli davranmayan Devlet Bahçeli, siyasi set çekmiş... Kıvrıkoğlu da giderayak yerine gelecek olan Hilmi Özkök'ün yolunu tıkamaya çalışmış! Ancak buna gücü yetmemiş. Yetmemiş fakat gene de süreci derinden etkileyecek bir dizi gelişmenin kurgulanmasını becermiş. İlk olarak, emekliliğe hazırlanan Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman'ı Kara Kuvvetleri Komutanlığına, Şener Eruygur'u da onun yerine tayin ettirmiş. Böylece "Sarıkız" ve "Ay Işığı" darbe süreçleri başlamış. İşte böyle... Görünürde vatan-millet, memleket için yapıldığı sanılan veya öyle iddia edilen pek çok şeyin hangi sebep ve saiklerle gerçekleştirildiği bazen yıllar sonra ve ancak kısmen öğrenilebiliyor... Sabah'tan Nazlı Ilıcak, AK Parti'nin anayasa değişikliği ve referanduma gidişini engellemek için bile tedbirlerin düşünüldüğü bir darbe sürecinden bahsediyor. Yani görünürde her şey "hukuk" içinde ama, pekala darbesel nitelikte olabilir!.. 1998-2008 arasındaki on yıla yayılan "darbe süreci"nde, yargı erkinin çok sık kullanılarak bu süreci güçlendirme ve koruma yolunda kararlar ihdas edildiği bir meçhul değildir. Bu süreçte, anayasasında "hukuk devleti" ilkesi yer alan Türkiye Cumhuriyeti'nin giderek bir yargıçlar devletine doğru evrilme tehlikesi ile karşı karşıya geldiği de bilinmeyen bir durum değildir... Parti kapatma davaları ile, en son 2007 Nisanındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, kimsenin ihtimal dahi vermek istemediği "367 kararı" ne anlama gelir başka? Mahmut Esat Bozkurt Ödülü'nü alan YARSAV Başkanı, "Yargı ve darbe, hukuk ve darbe sözlerinin bir araya gelmesinin düşünülemeyeceğini" söylemiş. Doğrudur... Ancak bu prensip, yargının gerçekten bağımsız olması durumunda bir gerçeklik ifade eder. Avrupa Birliği'nden kapatma davasına gelen tepkiler karşısında ulusalcılık edebiyatı yapanlar, öncelikle evrensel hukuk anlayışını benimsemelidir. Merak etmeyiniz "darbe süreci" akim kalmaya mahkumdur!..