17 Ağustos 1999'da Washington'da, sevgili Hasan Mesut Hazar'ın evinde misafirdik. Artık aramızda olmayan merhum Erdoğan Sözen (Yakın çevresi genellikle ona 'Enişte' diye hitap ederdi...) bizimle birlikte idi. Gece saat 01'e doğru yatmaya hazırlanırken, Hasan Mesut Bey, biraz da gazetecilik dürtüsüyle olacak herhalde; "İnternete bir bakayım, Türkiye'de ne var ne yok hele..." dedi. Yedi saatlik zaman farkından dolayı, o esnada Türkiye'de 17 Ağustos günü sabah saat 08 civarı... Yani büyük felaketin üzerinden sadece beş saat geçmiş... İnternete düşen ilk haber şöyle idi; "Adapazarı ve İstanbul'da deprem... Adapazarı'nda elektrikler kesildi..." Hep birlikte (İnşallah fazla bir hasar yoktur.) temennisinde bulunarak istirahate çekildik. Sabahleyin acaba deprem sonucu ne oldu diye tekrar internet haberlerine bakınca felaketin boyutlarını kısmen de olsa anlayabildik. Haberlerde binden fazla ölü olduğu belirtiliyordu. Oysa bizi dehşete düşüren bilgilere çok daha sonra ulaşabilecektik! Hemen telaşla telefonlara sarıldık. İstanbul'daki yakınlarımıza ulaşmak hiç de kolay olmadı. (Felaketten aylarca sonra yapılan açıklamadan öğrenecektik ki, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, 17 Ağustos günü öğle saatlerine kadar, Sakarya Valiliği ile iletişim kuramadığı için, o bölgede neler olup bittiği hakkında sağlıklı bilgi edinememiş!) Gazetedeki arkadaşlar epeyce detaylı bilgiler verdiler. İnsan gurbette iken kendi memleketi ile ilgili acı bir haber alınca çok daha fazla bir gariplik, yalnızlık ve perişanlık hissediyor. Hepimiz şaşkınlık içinde idik. Hasan Mesut Bey, Washington elçiliğimizdeki bir diplomatla konuşurken ağlamaklı idi!.. Artık her vasıtadan; telefon, internet ve televizyonlardan, daha fazla malumat, daha çok haber almaya çalışıyorduk. Saatler ilerledikçe ve bilgi akışı çoğaldıkça duyduğumuz dehşet ve üzüntü de büyüyordu... Evet, tam altı yıl geçmiş o büyük felaketin üzerinden. Televizyonlar yine o günlerin perişanlık ve çaresizlik simgesi manzaraları ekranlarına taşıyor. Ve belki de birçok hafızanın unuttuğu bilgiler tekrarlanıyor; resmi rakamlara göre 17 bin küsur kişi hayatını kaybetmiş. On binlerce kişi de yaralanmış. Yine resmi istatistiklere göre yaklaşık yüz bin bina yıkılmış ve yaklaşık iki yüz seksen beş bin bina da hasar görmüş. Aradan geçen zamana rağmen 17 Ağustos Gölcük Depreminin izleri hâlâ daha çarpıcı şekilde gözümüzün önünde duruyor. Felakete uğramış vatandaşlarımızın bir kısmı hâlâ daha gerekli yardımı tam olarak alabilmiş değil. Ve bundan daha da önemlisi, deprem uzmanlarının (Türk kamuoyu 17 Ağustos'tan sonra bu uzmanlarla tanıştı...) ifadelerine göre ülkemiz 17 Ağustos öncesinden daha güvenli değil. Yani yapılan bütün tartışmalara, gösterilen bütün gayretlere rağmen; ne yazık ki, hâlâ daha depreme hazırlıklı değiliz. Halbuki Türkiye ülke olarak neredeyse bütünüyle deprem kuşağı üzerinde ve Batıdan Doğuya, Kuzeyden Güneye fay hatlarının hareketlerini her gün bir ilinde, küçük, orta veya yüksek ölçekte yaşıyor. Ve yine ne yazık ki, kamu binaları; yani okul, yurt binası, hastane gibi insanların kalabalık halde bulunduğu binalar depreme karşı en zayıf binalar... Bunların güçlendirilmesi veya yıkılıp yeniden yapılması konusunda daha almamız gereken çok mesafe var! Sivil binaların da aslında resmilerden pek fazla farkı yok... Kaldı ki, deprem olmadan da Diyarbakır'da, Konya'da, onlarca insana mezar olan yüksek apartmanların çöküşünü yaşadık! Daha geçen gün, Şırnak'ta "yıkılmaz!" raporu verilen bir bina, il emniyet müdürünün basiretli ve tedbirli davranışı sayesinde, vaktinde ve zorla boşaltılarak yetmiş kişi ölümden kurtarıldı. İşte bu bizim toplum olarak afetlere, felaketlere karşı ne derece ciddi hazırlık yaptığımızın da bir göstergesi değil mi? İstanbul'daki Alibeyköy Deresi üzerinde yapılmış gecekonduların kaldırılabilmesi için, kaç tane sel felaketi yaşamamız gerekti biliyorsunuz değil mi? Daha kim bilir kaç ilimizde kaç tane "Alibeyköy Deresi" vardır!.. Özetleyecek olursak; konuşma-tartışma, beyanat, söz-vaat vs. bunlar hiçbir zaman kendiliğinden sonuç getirmez. İşin gereğini yapmak ve ondan da önce ciddi olmak lazımdır. Yoksa seller, zelzeleler daha çook bizi etkiler! Bunu hatırdan çıkarmamalıyız.