Süleymaniye Olayı'nın tetiklediği, Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerginliğe dair öyle yorumlar, analizler yapılıyor ki, evlere şenlik... Irak meselesinin evveliyatına kadar uzanan derin analizlerde, temcit pilavı misali, her defasında aynı nakaratı dinliyoruz. Deniliyor ki, "Eğer Türkiye akıllı hareket edip, tezkereyi Meclis'ten geçirseydi, (Yani altmışiki bin veya daha fazla Amerikan askerini topraklarında konuşlandırsaydı) bugün ABD ile çıkar çatışması yaşanmayacaktı. Çünkü ABD ile stratejik ortak olacaktık..." Yeni Şafak'tan Ali Bayramoğlu, haklı olarak (ve herhalde kibarlığı da elden bırakmayarak) böyle düşünmenin "Kısa zekalılık"tan başka bir şey olmadığını yazıyor ve ekliyor; "Böyle bir ihtimal, Türkiye'nin ABD'ye tam bağımlı derebeyi olmasından, bölgedeki ona ait ve onun tanımladığı çıkarları mutlak kabul ederek kendi çıkarlarından taviz vermesinden başka anlam taşımazdı." Bayramoğlu'nun dünkü yazısında serdettiği bu görüşe katılmamak mümkün değil. ABD'nin başından beri Türkiye'yi tek taraflı bir kabule zorladığı kimsenin meçhulü değil. Nitekim, dönemin başbakanı ve şimdinin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, defaatle bu konudaki gerçekleri dile getirdi, ABD'nin hiçbir şartta Kuzey Irak'ta Türk askeri istemediğini söyledi ve "Eğer askerlerimizin bölgeye girişini kabul etseydi zaten tezkere geçerdi..." şeklinde izahatta bulundu. Hal böyle iken bazı entellerin ısrarla ve inatla aksi görüşü savunmasını ve bu bahane ile başından beri kayıtsız şartsız muhalefet içinde bulundukları hükümeti ve özellikle başbakanı "yetersiz kalmak"la suçlamalarını artık tebessümle karşılamak gerekiyor.. Çünkü bunlar hissiyat (Amerikan muhipliği) uğruna, gerçeklere gözlerini kapatma yoluna sapmışlar... Bu sabit fikirden vazgeçmeleri zor görünüyor. Bazıları da, yine saplantı derecesinde ABD'yi haklı görme ve Türkiye'yi ne yaparsa yapsın suçlu ve kusurlu gösterme çabasında. Mesela diyorlar ki, "ABD Öcalan'ı yakalayıp Türkiye'ye teslim eden ülke değil mi? Amerika olmasa Türkiye bu operasyonu yapabilir miydi?" Böyle düşünenler tek tek ağaçları saymaktan ormanı göremeyenlerdir... Eğer bir terör örgütünün başı, görevini tamamlamışsa veya fonksiyonunu yitirmişse veya pozisyon itibariyle zayıflamışsa onun derdest edilmesi er geç mümkün olur... Olaya bir de bu yönden bakalım ve aynı ülkenin PKK/KADEK örgütü ile yakalanma öncesi ve sonrasındaki ilişkilerini gözardı etmeyelim! Çekiç Güç denen varlığın kimlere lojistik destek sağladığını düşünelim... Ve mesela Dolakoba kampında, Opravil Oteli'nde ve Halis kasabasında yapıldığı belgelerle tesbit edilen ve henüz dumanı tüten görüşmeleri gözönünde bulunduralım. ABD'nin bir tarafta terörle mücadele ettiğini iddia ederek Afganistan ve Irak'ı işgal ettiğini, diğer taraftan başka terör örgütleri ile (Mesela Mücahidin-i Halk=Halkın Mücahitleri örgütüyle ve PKK/KADEK'le anlaşma yapıp İran'ın üstüne saldığını dikkate alalım... Yani sanıldığı gibi, Süper Güç öyle pek de ilkeli hareket etmiyor. Peki nasıl hareket ediyor? Hadi bu defa tarihi bir anekdotla cevap verelim; Yunan düşünürü Thucydides (Tukidides) Peloponezya Savaşı Tarihi adlı eserinde Atinalılarla Melanlılar arasındaki bir ihtilafı aktarır. Melanlılar ihtilafın hakkaniyet ölçülerine göre çözülmesini isteyince, Atinalılar, dünyanın mevcut halinde adalet kurallarının güçlülerce konulduğunu belirterek sonucu şöyle bağlarlar: "Güçlüler yapacaklarını yaparlar ve zayıflar katlanmaları gerekene katlanırlar..."* * Devlet, Sistem ve Kimlik, Derleyen Atila Eralp. İletişim Yayınları, Sh. 33.