Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 3 Kasım seçimlerinden tek başına iktidar olacak ekseriyetle çıkmasının, iç ve dış politikada önemli makas değişikliklerinin de başlangıcı olduğu artık genel kabul görüyor. İç politikadaki farklı yaklaşım tarzlarına daha önce birçok vesile ile temas ettik. Sırası geldiğinde yine değiniriz elbet. Bugün özellikle dış politika ile ilgili yeni anlayış ve yaklaşım üzerinde bir parça durmak istiyoruz. Uzun yıllardır "Hariciye"ye yöneltilen doğru-yanlış pek çok eleştirinin ana teması şu idi: Pasiflik, ürkeklik, tembellik, inisiyatif ve risk alamamak, statükoculuk vs... Bu vadide yapılan tenkitlerin bazen çok haksız ve acımasız boyutlara vardığını ve yapılan pek çok iyi ve faydalı işlerin de görmezden gelindiğini, yahut genel olumsuzluk havasının gölgesinde kaldığını da belirtmeliyiz... Oysa istenen ve beklenen sonuç, ülkenin milli gücü ile mütenasip rasyonel bir dış politikanın yürütülmesiydi. Bunu teknik planda hayata geçirmekle görevli dışişleri bürokrasisinin, "AT SAHİBİNE GÖRE KİŞNER" sözü gereğince, kendisini yönlendirecek, harekete geçirecek ve sonuç alması yönünde takviye ve teşvik edecek hükümetlerin nitelikleri ile paralel olarak dönem dönem canlılık kazandığı, ancak genellikle bir "MONŞER ZİHNİYETİ" içine gömüldüğü ve bunun da milletimizi rahatsız ettiği bilinmeyen bir husus değil. Nitekim son Kıbrıs müzakereleri dolayısıyla bu konuda kalem oynatan bazı (kıdemli) yazarların "BİZDE KAÇ TANE PARLAK HARİCİYECİ VAR? SAYSANIZ HEPSİ BİR ELİN PARMAK SAYISINI GEÇMEZ..." şeklinde yerli-yersiz yargılarda bulunduğuna şahit olduk. Oysa en azından işini düzgün yapanları istisna etmeden, kırık not vermeyi genele yaymak doğru bir değerlendirme olamazdı. Türkiye'nin uluslararası arenada çok parlak ve atik bir siyaset icra edemediğini tekrarlamaktan ziyade, ne yapması gerektiği yolunda fikir üretmek daha doğru olmaz mı? Yani, "Biz zaten adam olamayız! Birilerinin bizi yola getirmesi gerekir..." gibi teslimiyetçi ve sefil zihniyetten kurtulup, en azından geçmişimizi iyi öğrenerek sahip olduğumuz tarihi mirasın farkına varmak ve özgüvenimizi yeniden kazanarak cesaretle olaylara yaklaşmak gerekiyor. İşte AK Parti iktidarının da bunu yapmaya çalıştığını zannediyoruz. Şu son bir sene içerisinde içerde ve dışarıda, baş döndürücü bir sür'atle yürütülen temasların ülkemize kazandırdığı imaj gerçekten çok önemli. Erdoğan ve Gül'ü, daha doğrusu bütünüyle AK Parti iktidarını hazmedemeyen bazı siyasilerin ve onların paralelindeki köşe yazarlarının bazen küçümseyici, bazen karalayıcı tutumlarına rağmen, hükümetin kararlılığı ve yine onun iradesiyle hareketlenen dışişleri bürokrasisi son yılların en yoğun diplomatik faaliyetlerle, hem ulusal, hem de bölgesel sorunların çözümünde hatırı sayılır sonuçlar koymuş bulunuyor. Bakmayın siz Ecevit gibi uzatmaları oynayan eski nesil politikacıların aksi yöndeki beyanlarına. Kırk yıllık Kani, olur mu yani tekerlemesindeki gibi, onların hakkı teslim etmesini beklemek saflık olur. Bizim ölçümüz retorik değil, reel politiktir. Türkiye, Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir barış için çözüme yaklaşıyor mu, AB yolunda ilerliyor mu, Orta Doğuda, mesela Irak ve Filistin meselesinde, daha çok dikkate alınan bir ülke konumuna geliyor mu? Bunlara bakmamız lazım. Kazip şöhretlerin yıllar yılı havanda su döğmelerine karşılık, kendi halindeki Abdullah Gül'ün mütevazı çalışmalarla gerçekleştirdiği önemli toplantıları ve bunların giderek kurumsallaşma yönündeki ilerleyişleri, Türkiye'nin dış politikadaki yeni üslubunun bir göstergesidir. Ve bu göstergeler ileriye dönük ümit vermektedir...