Hassas noktalara daima dikkat etmek gerekir... Ama herhalde, şu günlerde bazı hassasiyetler daha fazla önem arz ediyor. Birincisi: Yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına saygı göstermek... Ama bakıyoruz ki, buradaki tarafsızlık ve saygı kavramları; kişilerin ideolojik aidiyet veya siyasi tandansına göre şekilleniyor!.. Mesela emekli başsavcı Vural Savaş; meslektaşlarına haksızlık ve saygısızlık ederek; 2500 sayfalık iddianameden hiçbir şey çıkmayacağını peşin peşin iddia edebiliyor. Peki nerede kaldı hassasiyet filan? CHP'lilerin yaklaşımı da ortada; Başta Baykal olmak üzere, Partinin bütün üst yönetimi ağız birliği etmişçesine, şunu haykırıyor: "Bu dava (Ergenekon soruşturması) misillemedir..." Yani kapatma davasına karşı misilleme imiş!.. Onlara göre bu soruşturmaya yol açan olaylar ve ilgili belgelerin hepsi palavra imiş. Bu iddialara inanmak geri zekalılık olurmuş... Şimdi bu tavrı sergileyenler; artık hangi hukuka saygıdan, hassasiyetlerden bahsedebilir ki?! İkincisi: Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıpratılmaması... Evet, bu hususun altını kalın bir çizgi ile çizelim. Ama şu soruyu da hemen soralım: TSK hangi şartlarda yıpranır? Yahut kimler, orduyu nasıl ve ne gibi yöntemlerle yıpratabilir? Bu sorunun cevabı büyük önem taşıyor!.. Birkaç gündür, emekli Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu iddia edilen ve adına "günlük" denilen notlar yayınlanıyor. Herhalde yüz binlerce kişi bu günlükleri okumuştur. Ve herhalde bunları okuyan herkesin kafasında da, pek çok soru işareti oluşmuştur... Bu günlüklerin Özden Örnek'e ait bilgisayardan çıktığı emniyet makamları tarafından teknik olarak kanıtlanmış olmakla beraber; henüz bir mahkeme kararı bulunmadığı için, hukuken şüpheli durum devam ediyor. Fakat bu notlardan yola çıkarak; TSK'nın bir zamanlar komuta kademesini meydana getiren kişilerin, öncelikle birbirlerine karşı düşünce ve davranış biçimi; diğer taraftan hukuka saygı, göreve sadakat, vizyon, ülke meseleleri hakkında sahip oldukları bilgi birikimi vs. konularda acaba nasıl bir kanaat oluşabilir? Burada herkese tuhaf gelecek ve elbette iyimserlik ölçülerinin de ötesinde; çok safça bir temennide bulunulsa, ne olur acaba?! Mesela: Oramiral (E) Örnek; önceleri bu günlükleri toptan inkâr etmişti.... Sonra günlük tuttuğunu kabul etmiş, fakat bunların tümünü imha ettiğini söylemişti. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt de; Org. İlker Başbuğ ile görüştüğünü inkâr etmişti. Ancak daha sonra, bir değil tam üç defa görüştüğünü itiraf etmek durumunda kalmıştı... Şimdi öğreniyoruz ki, Paksüt tam üç defa da Turan Çömez ile buluşup görüşmüş ve bu buluşmaların ikisinin ardından da; Çömez, Deniz Baykal'a gidip görüşmüş... Acaba diyorum (tabii çok safiyane duygularla); Sayın Örnek, bu günlüklerin kendisine ait olduğunu bir gün itiraf eder mi, edebilir mi?! Üçüncüsü: Ergenekon operasyonu ile ilgili olarak medyanın sergilediği tavır, hep tartışılacaktır... Kimileri bir şeyleri kamufle etme telaşında... Bu açık. Kimileri de nihayet, işin ciddiyetini kavrayınca kıvırmaya başladı! Lakin bazıları hâlâ daha, kuyruğu dik tutmaya çalışıyor... Ergenekon soruşturmasının ilerleyen safhalarında, medyanın ve medya mensuplarının rolü; elbette daha bariz şekilde gün ışığına çıkacaktır. Ama şimdiden şunu net olarak söylemek lazım: "Filanca iyi çocuktur. Hoştur, sevimlidir. Benim de çok iyi arkadaşımdır... Böyle şeylere kati'iyyen bulaşmaz ..." türünden peşin aklama çabaları, sonucu değiştiremez artık! Çünkü paradigma değişiyor... Son söz; gözlerim ve kulaklarımla şahit olduğum bir küçük anekdot: Tam on dört yıl önce (1994); Ankara'da görev yapan iki meslektaşımız, "Asker benim üzerimden mesaj vermek istiyor...", "Hayır bu iş senin tekelinde değil..." gibi argümanlarla ciddi bir ağız dalaşına girmişti... Hani derler ya: Kulaklarıma inanamadım! Fakat gözlerimle de şahit oldum!..