CHP Lideri Deniz Baykal, 22 Temmuz akşamından beri büyük bir baskı altında, tıkanmış durumda idi. Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda, dönüşü de olmayan bir çıkmaz sokağa girmişti... Partisinin tabanından ve dış çevrelerden gelen sert eleştirilere karşı, kendisini savunmakta çok zorlanıyordu. Çünkü, seçimde uğradığı hezimeti izah etmek için; söyleyecek pek fazla bir şey bulamıyordu. Sürekli olarak, devlete ve rejime yöneldiğini iddia ettiği muhayyel tehlikelere gönderme yapan söylemleri, hakikaten bayatlamış ve eskimişti. Bundan dolayı da kimse kulak vermiyordu. Muhtemelen dikkatinizi çekmiştir: Sayın Baykal, son bir haftayı bayağı bir sessizlikle geçirdi. Nihayet dün, bir fırsat yakalamış olduğunu düşünmüş olmalı ki, Başbakan Erdoğan'a ve iktidar partisine yönelik çok sert ve keskin bir çıkış yaptı. Başbakan'ın bir gazete yazarı hakkında söylediği sözlerden yola çıkarak; "Bunun bir şımarma ve haddini aşma... olduğunu" ileri sürdü. Baykal'ın adeta arayıp da bulamadığı bu malzemeyi, uzun zaman kullanacağını tahmin etmek zor değil! Bir kısım medya da, epeydir sıkıntı içindeydi. Seçim öncesi tahmin ve yorumlarıyla, sandık sonuçları arasındaki devasa uçurum ve tabii hiç hoşlanmadığı bir siyasi görüşün yeniden iktidara gelmiş olması, malum medyayı fena halde bunaltmıştı... Adeta patlama yapmak için fırsat kolluyordu. Bu halet-i ruhiye, dünkü gazetelerde, pek çok köşede sırıtıyordu!.. Başbakan Tayyip Erdoğan'a öyle saldırılar vardı ki... Ancak yazının başlığına çıkardığımız (Urun ha!) ifadesi ile tanımlanabilirdi. Öfke dalgaları güya demokrasi ve fikir özgürlüğü için kabarıyordu ama; gerçek acaba tam olarak böyle miydi?! Şayet sivri dil ve kalemleri ile "maske düşürme" operasyonuna girişenler; küçük bir iğne-çuvaldız denemesi yapabilseydi; belki daha ölçülü ve mantıklı bir yaklaşım sergileyebilirlerdi... Kendince durumdan vazife çıkarıp; belli bir menfaat çevresinin tetikçiliğine soyunan ve ucuz kahramanlık uğruna hiçbir etik kural tanımayan, hukuk kurallarını da açıkça ihlal eden; fütursuzca topluma hakaret eden ve aşağılayan kalemşorlara hiç ses çıkarmayan, hatta alttan alta destek verenler; beri tarafta birileri tepki gösterince topluca ayaklanıveriyorlar. Birileri; yalan, hakaret, sövme...içinde ne kadar ahlaksız ve küstahça şey varsa kustuğunda, ona kimse; "Hey, hemşerim bu bodoslama gidiş neyin nesi?!" demeyecek, ama mesela; bu tür hakaretlere maruz kalan İktidar Partisinin Lideri karşılık verince, yer yerinden oynayacak!.. Efendiler, bunun adı medenilik, ilericilik, objektiflik filan değil. Bu, düpedüz bağnazlık, tarafgirlik ve gericiliktir. Bir kere Başbakan kimseye; "Ya sev, ya terk et..." demedi. Başbakan'ın dediği noktası virgülü ile şöyle: "... Bazıları çıkıp 'benim cumhurbaşkanım olamaz' gibi ifadeler kullanıyor. Onu diyebilen insanın önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkması lazım. Git nerede kimi istiyorsan seç. Çünkü cumhurbaşkanı kim olursa olsun hepimizin Cumhurbaşkanıdır. Senin değilse o zaman çık buranın vatandaşlığından. Ama buranın cumhurbaşkanı senin cumhurbaşkanındır. Başbakanı da senin başbakanındır. Hizmet alırken ayrım var mı? Yok. O zaman nasıl kalkar da 'Ben seni tanımıyorum' dersin. Oyunu vermeyebilirsin ayrı olay, siyasi tercihtir. Ama biz bir kurumun başındayız. Sen bu kurumun başını reddedemezsin. Birlik beraberlik böyle oluşur. Milliyetperverlik, vatanseverlik budur..." Başbakanın bu sözleri, "O benim cumhurbaşkanım olmayacak " başlığını taşıyan ve "...Dincilerin bu ülkeye el koyma ve karşı devrimi gerçekleştirme planları aksamadan tıkır tıkır yürüyor... Doğrusunu isterseniz 'Göbeğini kaşıyan adamın' zaferidir bu. Taa genel seçimlerde kararı o verdi. Çocukları için aydınlık Türkiye isteyenler meydanlara dökülürken, o uzakta bıyık altından güldü. Göbeğini kaşıdı ve dinci devletin yolunu açtı... Abdullah Gül tam ona göredir. Zaten onun cumhurbaşkanı olacaktır. Benim değil." diyen ve 22 Temmuz seçim sonuçlarını karşı devrim sayan, iktidar partisine oy veren vatandaşları tahkir eden, Türkiye Cumhuriyetinin meşru iktidarını, "dinci devlet" olmakla suçlayan bir yazıya verilmiş cevaptır. Bu cevapta, Erdoğan kimseye "İlle de bizi sevin!.." diye bir şey söylüyor mu? Başbakanın dile getirdiği husus, ülkenin meşru Cumhurbaşkanına karşı; anayasa ve kanunlar gereği, uyulması gereken asgari nezaket kuralları ve hukuki sorumluluktur. Bu sorumluluktan muaf tutulabilecek kimse olabilir mi? Yani bu sözlerden "Ya sev ya terk et..." anlamını çıkarmak, konuyu maksatlı olarak çarpıtmaktır. Ne yazık ki, medyanın bir kısmı, bunu hep yapıyor.