Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, yarın Atina'da ala-i vala ile Avrupa Birliğine tam üyelik için imza atıyor. Hem de bütün Kıbrıs adasını temsilen!... Türkiye'nin bunu önlemek için gösterdiği son dakika çabaları bir sonuç vermedi. Tıpkı Rauf Denktaş'ın iş işten geçtikten sonra Rum Toplumu Liderine Maraş'ı teklif etmesinden hiç bir sonuç alınamadığı gibi... Yıllarca meseleyi hep zamana bırakarak bir çözüm bulunabileceğini düşünenler, olayların farklı gelişmesiyle adeta apansız yakalandılar. Şimdiye kadar çözüme dönük iyi niyetli çabalara girişenleri "ver-kurtulcu" olmakla da suçlayan Denktaş, kendisini savunurken; "Benim tek hatam oyuna gelmemek..." diyor. Diyelim ki oyuna gelmedi. Peki gelinen noktada KKTC neyi elde etti? Yahut şöyle soralım; eldekileri kaybetmemek, yani statükoyu muhafaza etmek için, çözümsüzlüğü çözüm gibi görmek, taviz vermemek ve oyuna gelmemek düşüncesiyle, bazı esnekliklerle yapılabilecek açılımlardan da kaçınılınca sağlanan kazanç ne oldu? Statükoyu muhafaza edelim derken, fırsatları bir bir harcamak ve istenenden daha fazlasını kaybedecek noktaya gelmek... Bunun muhasebesini yapmak için biraz geç kalınmadı mı? Türk dış politikasına hakim belli bir görüşün on yıllardır değişmeyen, değişecek gibi de görünmeyen tutumu sebebiyle adımbaşı açmazlara düşülüyor. Günlerdir tartışılan şeye bakınız; Eğer Türkiye Başbakanı Atina'daki imza törenine katılırsa Kıbrıs Rum Yönetimini tanımış olur muyuz olmaz mıyız?! Kıbrıs Rum Yönetimi hem de bütün adayı temsilen AB üyesi olup, bir sonraki adımda Türkiye'nin üyeliği konusunda söz söyleme hakkına sahip pozisyona geliyorken, takıldığımız bu ayrıntının ne derece önemi kalıyor? Bugüne kadar hiç sorgulanmayan, hakim görüşün dikte ettirdiği dogmalar olduğu için de peşinine kabulün ötesinde bir işlemne tabi tutulmayan parametreler, gelişen dünya şartları çerçevesinde bir bir tedavülden kalkıyor. Sadece Kıbrıs için değil, AB için de, Kuzey Irak için de, diğer konular için de bu böyle... Ve ne yazık ki, Türkiye'yi cendereye sıkıştıran politikalar karşısında Türkiye herhangi bir alternatif geliştirmemiş olduğu için hep zor durumda kalıyor. Sakal-bıyık hikayesi gibi ABD ile AB arasında şaşkın vaziyette gidip geliyor... Avrupa Birliği, "Eşeğe gücü yetmeyenin semere vurması" misali ABD ve İngiltere'nin Irak'ı işgal etmesini önleyemeyince, bütünüyle Türkiye'ye yüklendi; "Türkiye Kuzey Irak'a girerse üyelik süreci büyük yara alır vs..." tehditlerde bulundu. Sanki üyelik sürecimiz problemsiz yürüyormuş gibi! Daha önce de Güney Kıbrıs'ın AB'ye girmesi ile, Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'ta AB toprağını işgal etmiş gibi bir konuma geleceğini söyleyerek aba altından sopa göstermişti. Diğer taraftan Amerika, bir milyar dolarlık hibe yardımını Türkiye'nin bağımsız olarak Kuzey Irak'a girmemesi şartına bağladı. 10 bin kilometre uzağındaki zavallı Irak'ı ülkesi için tehdit olarak gören ABD, yıllarca bize kan kusturan PKK terörünün Kuzey Irak'ta üstlendiğini ve bunun yakın tehlike ve tehdit teşkil ettiğini nedense kabul etmiyor. Neyse... Bütün bunlar dostlarımızın gerçek niyetlerini ve de ikiyüzlülüğünü ortaya koyan bariz göstergeler. Ama biz bu açmazlara karşı hâlâ daha yapabileceğimiz şeyleri akıllıca irdeleyemiyoruz. Değişik alternatiflerin gündeme gelmesine bile tahammül edemeyenler var. Onlar bu gibi arayışların Batıdan uzaklaşma olacağı sabit fikrine saplanmış durumdalar. Hükümeti de böyle bir dar görüşlülüğe zorlamak için her yolu deniyorlar. Ama galiba artık kimseyi kandıramıyorlar. Çünkü geçeklerle yüzyüze kalınca, demagojinin, laf-ı güzafın etkisi fazla olmuyor. Türkiye sıkıntda ama bazı şeyleri de daha iyi algılama noktasında...