İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in Türkiye'ye yaptığı resmi ziyaret; medyada daha çok magazin boyutuyla ele alındı. Magazin harici diyebileceğimiz bölüm de, genellikle protokol ayrıntıları üzerindeki laf kalabalığı olarak cereyan etti!.. Protokol kaideleri, elbette hem devletlerin iç siyasetinde; hem de harici münasebetlerinde çok önemli bir olgudur. Lakin protokol, sadece kılık kıyafet meselesi de değildir. Kimileri, "Niye frak giymedi?" diye Sayın Gül'ü eleştirirken; kimileri de Başbakan Erdoğan'ı, smokin giymediği için topa tuttu! Oysa yalnız zarfa değil, mazrufa da bakmak lazım... Esas protokol, frak veya smokin giyip giymemek değil; devletlerin ağırlığına göre resmi konuklara yapılan muameledir!.. Mesela geçmişte asırlarca Batılı devlet başkanlarının (İmparator ve krallar başta olmak üzere) Osmanlı Devleti nezdinde, Padişah seviyesinde değil; ancak Sadrazam (Başbakan) mertebesinde kabul ve itibar gördüğünü hatırlayalım... II. Elizabeth'e bazıları; "Büyük Britanya Kraliçesi" iltifatında bulundu ama, bilmeliyiz ki, bu sıfat artık İngiltere'de bile çok sembolik ve nostaljik bir mahiyettedir. Yani "Üzerinde Güneşin Batmadığı İmparatorluk" çoktan tarih olmuştur. Resmi adı "Birleşik Krallık-United Kingdom" olan İngiltere; 336 bin km2'lik bir adaya sıkışmıştır. İngiliz Milletler Topluluğunda 52 ülke vardır ve hâlâ daha Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'da Kraliçe'nin genel valileri vardır ama; bu ülkeler artık İngiliz Kolonisi değil; birer bağımsız devlettir. Gelelim bizim meseleye: İngiliz İmparatorluğu İkinci Dünya Savaşıyla birlikte yıkıldığı ve İngiltere ekonomisi de iflas ettiği için; bu ülke 1947'de, ABD'ye bir nota vererek, bundan böyle Orta Doğu'daki sorumluluklarını yerine getiremeyeceğini bildirdi... Fiilen ikiye bölünmüş ve soğuk savaş şartlarının hüküm sürmeye başladığı Harp Sonrası Dünya'da, Batı Bloku'nun lideri olan Amerika, bunun üzerine köklü bir dış politika değişikliğine gitti... Siyasi tarih ve uluslararası ilişkiler literatüründe, "Truman Doktrini" diye anılan ve ABD Başkanı Harry Truman'ın 14 Mart 1947 tarihinde, Kongre'de yaptığı konuşma ile başlayan yeni dönem ABD dış politikası; esas itibariyle, Sovyetler Birliği'ne karşı etkin mücadeleyi öngörüyordu. Spesifik amacı da İngiltere'nin çekilmesiyle Orta Doğu'da meydana gelen boşluğu doldurarak Sovyetlerin güneye doğru yayılmasını önlemekti... Burada da komünizmle mücadele eden ülkelere, güçlü destek verme önceliği söz konusu idi. Truman'ın o tarihte; Yunanistan'da komünist gerillalara karşı mücadelede zorlanan Merkezî Hükümet ile, Stalin'in Boğazlar üzerinde etkinlik kurma isteği ve Türkiye'den toprak talep eden politikaları karşısında, sıkıntılı bir dönem yaşayan Türk Hükümetine; 400 milyon dolarlık yardım yapılması (100 milyon Türkiye'ye, 300 milyon Yunanistan'a) teklifi Kongre tarafından kabul edildi... Daha sonra Marshall Yardımları da başladı. Bu sürecin devamında Türkiye NATO'ya dahil oldu (15 Şubat 1952). Yer darlığı sebebiyle, bu dönemin teferruatını siyasî tarih kitaplarına bırakıp, günümüze gelelim... İngiltere'nin askerî sorumluluk açısından bölgeden çekilmiş olması, tabiatıyla her bakımdan çekildiği anlamına gelmiyordu! İngiltere, 1947 sonrasında da bu bölgedeki menfaatlerini sonuna kadar kovaladı... Mesela yüzde seksen beşinin işletilmesini kontrol ettiği, İran Petrollerinin devletleştirilmesine karşı; CIA'ye darbe yaptırarak 1953'te Başbakan Musaddık'ı devirdi. Bugün Irak'ta, ABD'den sonra en kalabalık askerî birliğe sahip ülke İngiltere... Dahası Amerika'nın Irak işgaline gerekçe olarak gösterilen; "kitle imha silahları üretimi" ile ilgili istihbaratın İngiltere tarafından bu ülkeye verildiği resmen açıklandı. Yerimiz kalmadığı için İngiltere'nin; ABD Süper Gücü'nü Irak'a yönlendirmesi ve Orta Doğu'da neyin peşinde olduğu hususunu salı gününe bırakıyoruz..