22 Temmuz seçimleri dolayısıyla bir kere daha görüldü ki, en kalabalık mitinglerin yapıldığı ülke Türkiye!.. Herhalde bu konuda bizimle yarışacak başka memleket de yoktur. Peki meydanları nasıl okumak lazım? Mitinglerdeki kalabalık, partilerin sandıkta göstereceği başarıyı hangi oranda gösterir? Diğer taraftan, sosyolojik ve psikolojik açıdan; meydanların görüntüsünü nasıl analiz etmek gerekir? Çünkü miting meydanlarının kendi dili var... O dil bize neyi anlatıyor acaba? Yani sadece politikaya olan merak ve ilgilerinden ötürü mü, o kalabalıklar meydanlara akın ediyor? Keşke halkın siyasi bilinci, bu seviyede olsaydı!.. İstanbul'da geçtiğimiz pazar günü, dört ayrı partinin mitingi vardı. İrili ufaklı bütün partilerin mitingleri de çok kalabalıktı. Burada siyasete olan ilgi ve alakanın yanında; birçok başka faktörün de etkili olduğunu unutmamak gerekiyor. Tatil günlerinde toplanan kalabalıklarla, çalışma günlerinde meydanları dolduran insanların beklentileri, iş-güç ve ekonomik durumları ile zamanı değerlendirme anlayışları vs. hep ayrı ayrı incelenmeyi gerektiren hususlardır. "Kimin mitingi daha çok kalabalıktı?" gibi anlamsız tartışmalar yerine, belki işin bu tarafını ele almak icap eder... Bir de bu mitinglerde; parti yöneticileri ve liderlerin, yaptığı konuşmaların muhtevasına bakmak gerekiyor. Bu konuda, on yıllardır değişen hemen hiçbir şey yok maalesef. Osman Bölükbaşı'dan Necmettin Erbakan'a, Ecevit'ten Deniz Baykal'a, Demirel'den Tayyip Erdoğan'a kadar, bütün liderler; benzer polemiklerle meydanları coşturmaya çalışıyor. Seksen yaşını aşmış ve artık ayakta duramayacak halde olmasına rağmen; Sayın Erbakan, hâlâ eski günlerindeki konuşma performansını muhafaza ediyor. Bu arada Saadet Partisi teşkilatı da, hatırı sayılır kalabalıklar topluyor. Bu kalabalıklar karşısında; Erbakan, salvoları peş peşe sıralıyor. "Hadi oradan, hadi oradan!", "Bre işbirlikçiler...", "Sensin yüzde bir buçuk...", "Bizans'ın torunları" gibi; iğnelemelerle dinleyicileri de coşturuyor. Dedik ya, en kalabalık mitingler bizim ülkemizde. Barajın altında kalacağı kesin olan partilerin mitingleri bile; sanki, iktidara gelecekmiş gibi bir görüntü veriyor. Meydanlar çok, hem de çok kalabalık. Fakat liderlerin konuşmalarında da bol bol ucuz polemikler var. Bu mitinglerde her zaman yüksek siyasetin konuşulması beklenmez tabii. Lakin, bir de işin genel seviyesi var. Bu seviyenin muhafaza edildiğini söylemek, ne yazık ki mümkün değil. Karşılıklı ithamlar, çamur atmalar, karalamalar, hatta sövgüler vs. gırla gidiyor. Şu atışmaya bakar mısınız: Ana muhalefet Lideri Deniz Baykal; Başbakan Erdoğan'ın kolundaki saatin altmış bin dolar olduğunu iddia ediyor. Başbakan da buna cevap veriyor: "On beş bin Dolar versin vereyim. Hatta on bin Dolar'a da fit olurum. O da kazansın, ben de kazanayım..." Elbette bütün konuşmaların baştan sona ciddi olması beklenmez. Espriler, şakalar, polemikler olacaktır, olmalıdır. Ama bütün bunların ölçüsü olmalıdır. Çünkü bu liderleri, meydanlarda yüz binler; televizyonlarda da, her yaştan milyonlar dinliyor ve izliyor... Ana muhalefet Partisinin üst düzey yöneticisi, bir bakanın oğullarının bilmem kaç yüz dairesi var diye; bir iddia ortaya atıyor. Ardından muhatap bakan, o yöneticinin iddiasını ispatlayamaması halinde, "şerefsiz" olacağını söylüyor ve onun bilmem hangi ünlü sitedeki milyon dolarlık villasını gündeme getiriyor... Haydaa!.. Bu defa beriki, kendi argümanını "şerefsizlik" ithamıyla güçlendirmeye çalışıyor. Yahu, "şeref" dediğiniz şey; bu kadar ucuz bir şey midir? Böylesine ucuz polemiklerin, gırla gittiği miting meydanlarında; memleketin ciddi meselelerine, kim kulak verir?! İşte bu yüzden de "Kahve kültürü" dediğimiz iklimde, herkes partisinin liderini kast ederek; "Nasıl da ağzının payını verdi..." diye ötekine karşı böbürlenir. Bazı okuyucularımız; taraftarı oldukları partinin liderine eleştiri yapılmasına, pek tahammül edemiyorlar. Bu köşeyi tarafgir olmakla; yahut iktidara yalakalık yapmakla itham ediyorlar. Siyasi taassubun, seçim atmosferinde genel olarak yükselmesi tabiidir. Bu dostlarımıza, kimseye yalakalık yapma mecburiyetimiz olmadığını, ne kadar anlatmaya çalışsak da; onları ikna etmemizin mümkün olmayacağını biliyoruz. Onun için de, seviyeli eleştirilere her zaman açık olduğumuzu hatırlatarak; burada serdettiğimiz düşüncelerin objektiflik değerlendirmesini, bütün okurlara bıraktığımızı; bir kere daha belirtmekle yetiniyoruz... Seçim gününe, şunun şurasında ne kaldı ki!