Hemşehrilerimizden Veteriner Hekim Ramazan Bey, geçen gün çetrefil bir soru ile beni bayağı köşeye sıkıştırdı!.. Sual özetle şöyle idi; "Gazeteci olarak sizler her gün köşelerinizde ülke meselelerine dair yorum yapıyorsunuz. Bazı kimseleri tenkit ediyorsunuz; bazılarına da destek veriyorsunuz... Ama yıllardır Türkiye'nin gündemi hep aynı. Çözüm bekleyen meseleler hâlâ beklemede. Yahut görüşme masalarında yalnızca lafta çözülüyor. Ancak her gelen siyasetçi ya da yöneticiyi dinlediğimizde, kendilerinin en iyisi olduğunu iddia ediyor. Hangisine inanacağız? Eğer herkes doğruyu söylüyorsa, yanlışlık nerede? Yanlışlıkları vaktinde görmek ve köklü bir çözüme kavuşturmak neden bu kadar zor? Bu durumun bir izahı yok mu? Niçin yerimizde sayıyoruz?" Doğrusunu isterseniz, biraz da izinde olmanın rehavetiyle olsa gerek; soruya verdiğim cevap pek doyurucu olmadı. Daha doğrusu durumu yeterince izah edemedim! Neyse ki, ondan iki gün önce akrabalarımızdan Şaban Bey'in anlatmış olduğu eğlenceli hikâye, hafızamda tazeliğini koruyordu. Eğer o hikâye imdadıma yetişmeseydi, bayağı müşkil durumda kalacaktım. Hikâyenin kahramanlarını ben de çok yakından tanıyorum. Olayın geçtiği yer Pütürge'nin bir köyü. Ama öyle sıradan bir köy değil... Halkının yarısı nüktedan, yarısı filozof. Evet evet; bayağı bildiğiniz filozof! Eski ismi (Ş) harfi ile başlayan, ancak yeni adıyla bir harf öne kayarak (S)'ye terfi eden bu köyde; Abuzer ve Osman kardeşler de çok renkli simalar. Bunların acı tatlı birçok serüvenine ben de yakından şahidim. Anlatacağım hikâyede baş aktör Abuzer. Olayı aktaran da kardeşi Osman: Efendim, geride bıraktığımız çetin kışların birinde Abuzer ava (Osman'ın ifadesine göre Abuzer gayet iyi bir avcı...) çıkmaya karar vermiş. Karısı da azık olarak kendisine "katmer" hazırlayıp bir kefiyenin içine koyarak beline bağlamış. (İzahat; avcı dağ-bayır koşturacağı ve zaman zaman nişan alıp ateş edeceği için elinde tüfekten başka bir şey olmaması gerekir. Niye beline bağlıyor türünden gelebilecek soruların cevabı burada.) Hava soğuk ve galiba biraz da sisli, kar kalınlığı da fazla olduğu için Abuzer, evden çıkar çıkmaz açılan bir çığıra girmeyi yeğlemiş. Ancak çığırda sadece insanlar değil, bir kedi de yürümüşmüş... İş tersine gidecek ya; Abuzer'in aklı birden karışmış, kedinin ayak izlerini tavşanınki ile karıştırmış. Günün epey bir kısmını bu izleri sürmekle geçirmiş!.. O ev önü senin, bu ev arkası benim dolaşıp durmuş. Damlardan kürülen karların oluşturduğu tepecikler arasında sağını solunu iyice karıştırmış. Derken açlık ve yorgunluktan bitap düşmüş. Hâlâ evlerinin arasında olduğunu unutup kendisini dağda zannetmiş. Çaresiz, bir saçağın altına oturup katmerleri yemeye başlamış. Aksilik bu ya; tam bu sırada Abuzer'in karısı çeşmeye su almak için dışarı çıkmış... Kocasını komşu evin duldasında yemek üzerinde yakalayınca hışımla sormuş; "Bre deli adam ne yapıyorsun burada?" Abuzer de kazaklığı elden bırakmadan aynı tonda cevap vermiş; "Bre kadın gözün görmüyor mu? Dağın başında yemeğimi yiyorum..." Artık kadının sabrı taşmış: "Gözü kör olmayasıca! Ne dağın başı... Dört ev ötemizdeki komşunun saçağı altındasın. Aklını da katmerle birlikte mi yedin yoksa?" Abuzer kafasını kaldırıp bakmış ki, hakikaten durum karısının anlattığı gibi... Hikâyenin devamını ilk fırsatta Osman'dan bire bir dinlemek istiyorum. Ama vücut dilinin de yardımıyla, (Hani, lisan-ı hal lisan-ı kalden entaktır derler ya) bu kadarı bile Ramazan beyin konuyu anlamasına yetti. Öyle sanıyorum ki, satır aralarını da okumuş olanlar için durum yeterince açık. Ama eğer hiçbir şey anlamadık diyenler varsa; iki teklif sunacağım. Vakti olanlar yazıyı bir daha okusun. Olmayanların işi de kolay; nasıl olsa bu ülkede bir parça özgürlük var. İsteyen istediği gibi bu hikâyeyi yorumlayabilir. Ama ne olur bu kadar geniş açıklamadan sonra hâlâ hiçbir şey anlamadık demeyin. En azından yazarın hatırı için anlamış gibi yapın!.. Eveet; galiba Türkiye'nin neden hep yerinde saydığını, ya da niçin hep aynı dertlerle uğraştığını hepiniz anlamış oldunuz...