İki yıl öncesine kadar, haftada bir de olsa gazeteye gelirdi. Odalarımız yan yana olduğundan, her geldiğinde mutlaka bizi de teşrif ederdi. O günkü ruh hâline göre, bazen rahmetli annesinin sabah-akşam okuduğu "Hayy-el ğafûr, Hayy-el ğafûr; Heştâ hezâr perdeyle nûr..." virdini terennüm eder, bazen de Rasihî'nin; "Süzme çeşmin gelmesin müjgan müjgan üstüne/Urma zahm-i sineme peykan peykan üstüne..." beytiyle başlayan çarpıcı şiirini seslendirirdi. Kendisi müzmin şeker hastası idi. Ama her gelişinde mutlaka bizlere ikram olarak tatlı getirirdi... Otururduk ve esas tatlı olan o muhteşem sohbetleri başlardı. Genellikle Resul İzmirli, bazen Metiner Sezer ve başkaları da katılırdı. Zamanın nasıl akıp gittiğini fark etmezdik bile. Sağlık durumu ağırlaşınca, gazeteye gelişleri iyice seyrekleşti. Daha sonra da tamamen kesildi. Ömer Ağabeyin ardından yazı yazmak çok ama çok zor!.. Ara sıra ziyaretine giderdik... Bir keresinde, "GÖZYAŞI MEDENİYETİ" kitabının BKY'den çıkan yeni baskısını, kendisine götürmüştüm. Kitabının yeni baskısını görünce ne kadar memnun olduğunu, nasıl sevindiğini anlatamam!.. Kendi hastalığını filan unutup, hemen "KARINCALARDAN ÖZÜR DİLERİM" kitabının yeni baskısı için yapılması gerekenleri konuşmaya başladık. Ömer Ağabey, her şeyden evvel hakiki bir idealistti. Ömrünün son demine kadar da, yüksek ideallerinin gerçekleşmesi için çırpındı. Ömer Öztürkmen büyük bir gazeteci-yazar, şair, mütefekkir; kısacası hakiki bir münevver, günümüzdeki ifadesiyle gerçek bir entelektüeldi. Ama hepsinden önce Ömer Ağabey, tam bir "Beyefendi" idi. Sözüyle, özüyle, sohbetiyle; insani ilişkileri, misafirperverliği ve cömertliği ile tam bir "İstanbul Beyefendisi" idi. En son Ramazan-ı şerifin ikinci gününde, Sayın Dr. Enver Ören'in de hazır bulunduğu iftar sofrasında bizleri ağırlamıştı. Ne yazık ki, böyle kıymetli insanlar çok azaldı! Ömer Ağabey, gazeteciliğe altmış küsur yıl önce, üniversitede talebe iken başlamış; dönem dönem çok zor şartlarda ama Bab-ı Ali'de derin izler bırakan kıymetli hizmetler ve eserler bırakan nadide isimlerden biridir. Şüphesiz onu böyle bir sütunluk yazıya sığdırmak mümkün değildir. "GÖZYAŞI MEDENİYETİ"nden bir paragraf aktararak, merhum Ömer Öztürkmen'in tefekkür dünyasındaki istikameti hakkında bir nebze bilgi edinelim: "... Bugün özerk bir bilim dalı olarak kabul edilen psikoloji, diğer bilimlerde olduğu gibi, hem tecrübe ve müşahedeye dayanan, hem de kendine has araştırma metotları olan bir disiplindir. Fakat en şaşırtıcısı, incelediği konuların ruhsal olaylar olduğu iddiasıdır. Öyle ki, ruha bağlı kabul ettiği, daha doğrusu, ruhtan kaynaklandığını ileri sürdüğü bu konular arasında, Freud'un cinsî içgüdüleri, Adler'in üstün gelme hırsı, Jung'un baştan çıkarıcı arketipleri gibi her türlü kötülüğü yansıtan olaylar var. Kin, intikam, nefret, kıskançlık duyguları da bunlar arasındadır. Batı'nın bir bakıma insan hakkındaki bilimsel düşüncesini de açıklayan psikoloji, tabir caizse ruhu bir mezbele haline getirmiştir. Oysa ruh, İslam'a göre Yüce Allah'ın nurundan kaynaklanan, her türlü kötülükten münezzeh bir varlıktır. Psikolojinin araştırma konusu olan mezbele ise yine İslam'a göre, nefsin tâ kendisidir (Nefs-i Emmâre)." Bu paragraf öncesinde Merhum Öztürkmen, "psykhe" kelimesinin etimolojik detayını vererek, bu kelimenin Yunanca'da aslında üflemek, nefes, nefes almak anlamına geldiğini, hayatı ve ölümü çağrıştıran bu kelimelerin daha sonra ruh karşılığı olarak kullanıldığını, oysa Arapça'da nefes kökünden nefs-nefis, rîh kökünden de ruh kelimelerinin türetildiğini, birbirine zıt iki kavramın iki ayrı kelime ile karşılandığını, Arapça'daki bu (nefs) kelimesinin Batı dillerinde karşılığının bulunmamasının dikkat çekici olduğunu, Batı'da iki zıt kavramın bir tek kelime ile ifade edildiğini dikkatlerimize getiriyor... Hasılı kelam, bir ulu çınar daha göçüp gitti!.. Başta muhterem eşi Sevim Abla olmak üzere, değerli oğlu sevgili Rasih'e, hanımefendi kızlarına, bütün akrabalarına, Kerküklü hemşehrilerine ve basın camiasına sabır ve başsağlığı diliyorum.