Merhum Turgut Özal'ın vefatının üzerinden tam on altı yıl geçti. 17 Nisan 1993'ü bugün gibi hatırlıyorum. MÜSİAD'ın o zaman Mecidiyeköy'de bulunan genel merkezinde düzenlenen, "Yerel Medya Kuruluşları" toplantısında idik. Gelen ilk bilgi, merhumun hastaneye kaldırıldığı yolunda idi. Fakat çok geçmeden acı haber yetişti: Ne yazık ki, O artık yaşamıyordu!.. O gün ve ondan sonraki günler boyunca, Türkiye'de çok değişik bir atmosfer hüküm sürdü. Bir devlet ve siyaset adamı olarak, rahmetli Turgut Özal'ın ne denli büyük bir lider olduğunun farkına varılmıştı... Şairler Sultanı Bâki'nin o muhteşem şiirinde dile getirdiği, "Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâki / Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf..." yakıcı gerçek, bir kere daha tecelli ediyordu. Sadece musalla taşında iken değil, mezarının başına da haftalarca insan seli akıp; dualarını, üzüntülerini ve tabii o ana kadar bilemedikleri, farkına varamadıkları değerini dile getirmeye çalışmıştı... Evet... Turgut Özal pek çok alanda Türkiye'ye çağ atlatmıştı! On yıllardır içine kapanmış, adeta üzerine ölü toprağı serpilmiş ülkemizi saran dar kalıpları parçalayıp, onu dünyaya açmış ve küresel rekabet içine sokmuştu. En az yarım asırdan beri, hep üzeri örtülen; görmezlikten gelinen netameli meseleleri büyük bir cesaretle ele almış, o güne dek kimsenin telaffuz etmeyi göze alamadığı çözümleri seslendirmişti... İşte Kürt meselesi ile ilgili olarak, onun yirmi küsur sene önce ortaya attığı çözüm yolları, nihayet bugün devlet ve hükümet adamlarınca, o da kısmen tekrarlanıyor. Yiğit ölmüş, ama hakkını teslim edelim; merhum Özal'ın 1980'lerde söylediği şeyleri, 1990'lı yıllarda Türkiye'yi yöneten siyasi liderler ifade etme cesaretini gösteremedi... Şayet Özal'ın ileri ve isabetli görüşleri, zamanında doğru değerlendirilip hayata geçirilmeye çalışılsaydı, bir çok alanda bunca yılı kaybetmez ve bu derece sıkıntılarla da yüz yüze gelmeyebilirdik. Ama Özal'ın o geniş vizyonuna yaklaşamayan çapsız siyasetçiler ve kimi yazarlar, hala daha kendisini karalamaya çalışıyor. Ayıptır!.. 18 Nisan 2007'de, Prof. Eser Karakaş ile birlikte Malatya Belediyesi'nin düzenlediği Özal'ı anma toplantısına gitmiştik. Aynı gün Zirve Kitabevi'nde o meş'um cinayetler işlendiğinden, şehrin adeta kimyası bozulmuştu. Buna rağmen o akşam epeyce hemşehrimiz konferans salonunu doldurmuştu. Orada, sadece Özal'ın haberleşme alanında yaptığı devrimin büyüklüğüne dikkat çekmek için; bir anektod anlatmıştım. 1970'li yıllarda, bir ev veya işyerine telefon bağlamak uzun yıllar alıyordu. Hatta büyüklerimiz, lise ve üniversite sıralarında okuyan biz gençlere şu tavsiyede bulunuyordu: Şimdiden PTT'ye telefon müracaatında bulunun. Altı yedi sene sonra okulu bitirip evlenme hazırlığına giriştiğinizde, telefon sıranız gelmiş olur!... O günleri bilmeyen gençlere mübalağa gelebilir ama, aynen durum böyle idi. Şimdi ise, yetmiş bir milyonluk ülkede sadece elli altı milyondan fazla cep telefonu var... Malatya'daki konuşmamada şöyle demiştim; Nemrut Dağı'nın zirvesinden cep telefonumuzun tuşuna basıp Japonya ile, Amerika ile görüşüyoruz. Oysa bizzat merhum Özal'dan dinlemiştim, 1950'li yıllarda Amerika ile telefon görüşmesi yapabilmek için, insanlar İstanbul'dan Atina'ya gitmek zorunda kalıyordu! Nerden nereye... Bütün bunları Turgut Özal'a borçluyuz. Allah gani gani rahmet eylesin.