Yeniden merhaba sevgili okuyucular! Biliyorum bir haftadan beri her gün aynı şeyleri okuyup izlemeniz, bıkkınlık vermiştir... Ama mecburen biz de aynı yerden giriş yapmak durumundayız!.. Adına ne denilirse denilsin; "Keskin viraj", "Dönüm noktası", "Büyük Dönemeç", "Önemli adım" vs... Bunların tümü birden durumu anlatmak için kullanılan doğru tabirlerdir. Ama bunlar şu ana kadar olan safhayı ifade etmektedir. Artık bu noktaya takılıp kalmamalıyız ve sür'atle ileriye dönük pozisyon alabilmeliyiz... Adaylık sürecinin resmen başladığı Aralık 1999, Müzakerelere başlama tarihinin tesbit edildiği 17 Aralık 2004 ve nihayet 3 Ekim 2005. Hepsi de sıkıntılı ve sancılı geçti. Özellikle sonuncusu... Bazılarının ipler kopacak diye endişe ettiği, bazılarının da kopsun diye beklediği ve bayağı heveslendiği bir atmosferde geçti. Ama mesele; ilgili bütün tarafların, hatta doğrudan ilgili olmayan tarafların bile kopmaması için dikkatli davrandığı, olumlu sonuç alınması yönünde gayret gösterdiği ehemmiyette olduğundan, korkulan olmadı. BM Genel Sekreteri, NATO Genel Sekreteri, ABD Dışişleri Bakanlığı, AB'nin karar alıcı mekanizmalarının başındaki şahsiyetler ve özellikle Dönem Başkanı ülke olan İngiltere'nin Başbakanı Blair ve Dışişleri Bakanı Jack Straw, Almanya Şansölyesi Schröder, İtalya Başbakanı Berlusconi ve diğerleri... Dikkat ederseniz bu kritik dönemeçte isminden olumlu şekilde bahsedilmesi gereken bir kişi söz konusu edilmiyor; Jack Chirac... İstikbal endişesiyle iç kamuoyuna dönük kısır, vizyonsuz bir politikanın sorucu olarak bu tarihî fotoğraf karesine girme fırsatını tepmiş oldu! Türk kamuoyu, gelecekte bu dönemi değerlendirirken Chirac hesabına hiç de iyi bir not vermeyecektir. Ama artık bu da önemli değil, muhasebesini kendisi yapsın... Bizim için önemli olan bundan sonraki kilometre taşlarıdır. Öncelikle bu meseleye dair kavram ve hükümleri doğru şekilde öğrenmemiz şart!.. Elmalarla armutları birbirine karıştırmamamız lazım. Maalesef bugüne kadar bunlar çok yapıldı. AB'nin Türkiye'ye karşı pozisyonu olan "Müzakere Çerçeve Belgesi", derogasyonlar, deklarasyonlar, "Hazmetme kapasitesi" ve AB müktesebatı ile ilgili diğer mefhumların, sadece Dışişleri Bürokrasisi tarafından iyi bilinmesi elbette yeterli olamaz. Çünkü bundan sonraki gelişmeleri hassasiyetle takip edip tepki verme durumunda olan, medyanın, aydınların, sivil toplum örgütlerinin ve nihayet kamuoyunun da anahtar kavramlardan yeterince haberdar olması gerekir. Aksi halde halkın kafası sık sık karışır! Hele hele, AB'ye temelden karşı olan bazı kesimlerin siyasi muhalefetle dayanışma içinde yapması muhtemel ajitasyonlar bu durumu hayli kolaylaştırır. Dolayısıyla hükümetin ve ilgili diğer birimlerin ilk yapması gereken şey, vatandaşı AB süreci konusunda ciddi biçimde bilgilendirmektir. Aksi halde AB cenahından prosedür icabı gelecek tavsiyeler, teklifler ve tenkitler lüzumsuz gerginliklere yol açabilecektir. Böyle şeylere meydan ve imkan verilmemelidir. Avrupu Birliği üyeleri içinde bizi pek sevmeyen, istemeyen, dışlamak isteyen ülkelere, partilere ve çeşitli kuruluşlara karşı, duygusallığı bir tarafa bırakıp mantıklı bir tavır geliştirerek aleyhimizdeki unsurların etkisini bertaraf edebilmeliyiz. Unutmayalım ki, AB kendi içinde krizlerle uğraşmaktadır. Malihazırda bir bütçe bile yapabilmiş değildir!.. Büyük ümitlerle ve uzun tartışmalar neticesinde hazırladığı Anayasa, Fransa ve Hollanda referandumlarında duvara toslamıştır. Ve biliyoruz ki, bilmeliyiz ki; Avrupa Birliği üyeleri Türkiye'nin nüfus büyüklüğünden korkuyorlar. Özellikle Hristiyan Demokrat Partiler belli bir taassup içinde İslamiyetten ürküyorlar. Buna ilaveten Türkiye üzerinden Suriye, Irak ve İran'la komşu olmaktan endişeliler... Ama bütün bunlara rağmen, Türkiye'nin sahip olduğu stratejik ehemmiyetin farkındadırlar. Bakmayın siz son birkaç gündür iplerin gerilmesine. Bizden ziyade AB tarafı ipleri koparmayı göze alamazdı. Zira biz bir biçimde sıkıntılı da olsa yolumuza devam edebilirdik. Ama AB doğacak krizi taşıyamazdı!..