Türkiye'yi bir nevi rehin alan ve ardı arkası kesilmeyen krizlerin esas kaynağı, bizatihi siyasi sistemidir. Bu sistem, 27 Mayıs 1960 Darbesiyle, kurumsal olarak tesis edilen vesayet düzenidir. Son dokuz yılda; zımpara mahiyetinde, yontma ve düzeltmelerle bir ölçüde, bu vesayet durumu hafifletilmişse de, özü itibariyle orta yerde duruyor... Adı üstünde, vesayet sisteminde, devletin bütününe hâkim olma mücadelesinin sonu gelmez. Devletin temel erkleri olan yasama, yürütme ve yargı arasındaki sistemik çekişmenin ötesinde, bürokrasinin üniformalı ve üniformasız cenahlarının devleti (gücü) ele geçirme mücadelesi hüküm sürer. Yaklaşık elli yıl boyunca, bu ülkede askerî bürokrasi (ESAS DEVLET BENİM) dürtüsüyle, sistemin bütününe tahakkümde bulundu. Bunun için, kimi zaman anayasayı askıya alıp parlamentoyu feshetti. Kimi zaman yalnızca hükümeti devirmekle yetindi. Bazen de, yargıç ve savcıları karargâhta toplayıp; onlara brifinglerle doktrin dayatmasında bulundu... Üniformalı bürokrasinin bu tahakkümü, geçmişte dış konjonktür açısından, önemli dayanak ve desteklere sahipti. Soğuk savaş düzeninde, bloklar arası siyasi ve stratejik dengelere göre, ülkemize biçilen periferi sınıfındaki politik rol ve buna uygun davranış kalıplarının benimsenmiş olması, bu hakim güçlerin işlerini çok kolaylaştırıyordu. Zira dış dünya ile ilgili esas alışverişler, temelde askerler üzerinden yürüyordu. Önemli kararlarda son söz, daima onlara aitti. Hâl böyle olunca, ülkenin siyasi düzeninin mahiyeti, küresel aktörleri çok da ilgilendirmiyordu doğrusu! İçeride de, siyaset erbabının güçsüzlüğü ve demokrasiyi savunması gereken entelijansiyanın sönüklüğü; meydanı üniformalıların at koşturmasına uygun hâle getiriyordu. 2002'de, AK Parti'nin iktidara gelişiyle birlikte her şey çok değişti. Askerî bürokrasinin vesayetçi davranışlarına ket vuruldu. Buna karşılık girişilen hamleler, bir bir geri püskürtüldü. Bunun da ötesinde, Ergenekon; Balyoz, Andıç, 12 Eylül vs. davalarıyla, geçmişe dönük olarak da yargı önünde hesap sorulmaya başlandı. Şüphesiz bunlar, ileriye dönük iyi gelişmelerdi. Ancak, bu defa yargı bürokrasisi ile emniyetin, MİT üzerinden siyasete ortak olmaya, siyasete kendi tezlerini dayatmaya; daha da ileriye, siyaseti hesaba çekmeye yeltenmesi, siyasal sistemin ne kadar hastalıklı, dengesiz ve kırılgan olduğunu bir kere daha gösterdi!.. Anayasada yapılan kısmi değişikliklerle (ne kadar kapsamlı olursa olsun!), kanunlarda yapılan düzenlemelerle bu problemin köklü biçimde çözülmesi mümkün değildir. Bu görüldü. Bakınız, vesayet düzenini sonlandırmak ve geçmişteki hukuksuzlukların hesabını sorabilmek için, Anayasa 145, 148 ve CMK 250, 251. Maddelerinde yapılmış olan tadilat, yeni yeni tartışmalar doğurdu. İlker Başbuğ'un hangi mahkemede yargılanacağından tutun da, MİT müsteşarının ifadeye çağrılıp çağrılamayacağına kadar... Bunun kesin çaresi ve hâl yolu, yepyeni, demokratik ve sivil bir anayasanın yapılıp yürürlüğe konmasıdır. Ancak o şekilde, devletin temel kuvvetleri arasında esaslı bir denge sağlanır, hem de devlet kurumları arasında çatışmalar sonlandırılabilir. Aksi halde devletin milli güvenliğine, stratejik gücüne çok büyük zarar veren benzer olaylar devam eder!