Anayasa Mahkemesi Başkanlığına yeni seçilen Sayın Tülay Tuğcu, çok doğru bir söz söyledi. Dedi ki; "Bizler sporcu veya sanatçılar değiliz. Yargıçların çok konuşması doğru değil. Onun içindir ki, sık sık konuşma yapmayı düşünmüyorum..." Bu yaklaşım gerçekten sevindirici. Zira yargı mensuplarının olur olmaz konuşmalarının yol açtığı tartışma ve polemikler, öncelikle yargının tarafsızlığına zarar veriyor. Tuğcu böyle söyledi ama, bize göre yine de bir tartışmaya katıldı, üstelik galiba hazırlıksız da yakalanmış oldu. Hazırlıksız diyorum, çünkü Tuğcu, henüz çiçeği burnunda bir başkan... Fakat, Anayasa Mahkemesi üyelerinin bir kısmının Millet Meclisi tarafından seçilmesi konusundaki görüşleri, doğrusu pek gerçekleri yansıtmıyor. Sayın Tuğcu, halen 11 olan üye sayısının 21'e yükseltilmesi ve bunun üçte birinin Meclis tarafından seçilmesi yolunda, Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Burhan Kuzu'nun hazırladığı Anayasa değişikliği paketindeki görüşlerine itiraz ederken, 1961 Anayasasındaki hükümleri ya hatırlamıyor, yahut da göz ardı ediyor! 1961 Anayasası hükümlerine göre Anayasa Mahkemesi'nin asil üye sayısı 15 idi ve bunun 5 tanesini, yani üçte birini TBMM (3 tanesini Millet Meclisi, 2 tanesini de Senato) seçiyordu. Oysa şimdi Sayın Tuğcu, eğer Meclis üyelerin üçte birini seçecek olursa yargı siyasallaşır diyor... Halbuki Almanya ve Avusturya'da aynı mahkemenin üyelerinin tamamını, (Almanya'da 16 üyenin sekizini Federal Meclis, sekiz tanesini de eyalet meclisleri seçiyor); Fransa ve İtalya'da da üçte ikisini (2/3) Meclis seçiyor. Hal böyle iken, Türkiye'de yapılmak istenen değişiklikleri sanki dünyada benzeri olmayan çok acayip uygulamalar imiş gibi değerlendirmek ne derece objektif ve bilimsel olabilir. Kaldı ki, hali hazırdaki iş yükü ile, Anayasa Mahkemesinin bu üye sayısı ile altından kalkması mümkün değildir. Bir diğer mesele de şudur; Anayasa Hukukçusu Prof. Ergun Özbudun'un da çok haklı şekilde belirttiği gibi; Cumhurbaşkanı üye seçerken yargı siyasallaşmıyor da, Meclis seçerken niçin siyasallaşıyor? Normal demokratik düzende, Cumhurbaşkanları, bu göreve seçilmeden evvel bir parti mensubudur ve hatta çoğu kere genel başkan konumundadır... İşte Turgut Özal ve Süleyman Demirel örnekleri ortada!.. Geçmişte bir siyasi parti lideri olan/olabilen Cumhurbaşkanının tercihleri, siyasi olmuyor da, yüzlerce üyeden ve değişik siyasi görüşlerden teşekkül eden Parlamentonun seçimi mi, yargıyı siyasallaştırıyor?! Demek ki, bu hususta daha derin ve kapsamlı düşünmek gerekiyor. Alelusul yapılan açıklamalar, bazen çok havada kalabiliyor. Türkiye'de önemli makamları işgal eden şahsiyetlerin daha dikkatli olmaları zaruridir. CHP Grup Başkan Vekili Kemal Anadol da, geçtiğimiz pazartesi günü, Meclis'te düzenlediği basın toplantısında, benzer şekilde doğru olmayan açıklamalar yaptı. Bir de CHP yöneticilerinin artık yadırganan bir söylemine dikkat çekmek gerekiyor; iktidarın yaptığı her icraatı rejimle ilişkilendirmek son derece yanlış bir yaklaşımdır. Onu yaptınız rejim tehlikeye girdi, bunu söylediniz rejim tehdit altına girdi vs. Bunlar sığ düşüncelerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin rejimi, Anayasa ve kanunlarda tanımlanmıştır. Bunun denetim yolları da bellidir. Nitekim CHP bir yasama dönemi içinde 56 kez Anayasa Mahkemesi'nde dava açarak, Meclis zemininde yürüttüğü muhalefeti yargı platformunda da sürdürmektedir. CHP'nin yanında Cumhurbaşkanının vetoları ile açtığı davalar da hayli kabarıktır. O halde normal düzende işleyen bu mekanizmalar varken, muhalefeti bir de sokağa taşırmakla tehdit etmek siyasi etik ve demokrasi anlayışı ile ne derece bağdaşmaktadır. Sayın Anadol'un hükümeti ve özellikle Adalet Bakanını suçladığı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısı, bugünkü iktidar partisinin yani AK Parti'nin eseri midir? O halde niye yeni bir durummuş gibi lanse etmeye çalışıyor. Siyaseten muhalefet yapmak, kamuoyunu yanlış bilgilendirmek veya yönlendirmek değildir herhalde!.. Kusura bakılmasın ama, bu üslup ajite edici bir özellik taşımaktadır. Bu da siyasal ve toplumsal barışa zarar verir.