Günlerdir Türkiye'yi meşgul eden bir konu var... Yargıtay Birinci Başkanı ile MİT Müsteşarı arasındaki söz düellosu. Bir yayın grubu neredeyse bir hafta boyunca konuyu yayın organlarının manşetlerine, ekranlarına taşıdı. Başyazarlar, genel yayın yönetmenleri dahil birçok köşe sahibi; konuyu kendi perspektifinden değerlendirmeye çalıştı. Hatta Cumhurbaşkanını müdahil olmaya çağıranlar da oldu. Tartışma devam ediyor. Nasıl bir sonuçla noktalanacağı da belli değil. Eğer gelen haberler doğru ise, Yargıtay Başkanı Özkaya, Altı Eylül'deki yeni adli yıl açılışı dolayısıyla yapacağı konuşmada; bu meseleye dair çok çarpıcı ve geniş açıklamar yapacak. Şimdi kamuoyunun geniş bir kesiminde bu açıklama bekleniyor... Ama tekrar edelim eğer, bu konuda basına yansıyan haberler doğru ise. Zira Yargıtay Başkanının bizzat ağzından bu mealde bir beyan duymuş değiliz. Bekleyelim görelim... Peki durduk yerde bu tartışmalar niye çıktı? Herhalde başından beri yayını adeta özelleştirerek yürüten grup, işsiz kalmış olmaktan ötürü böyle bir şeye soyunmadı. Bu konuyu sorgulama ihtiyacı duyan başka kalemler de oldu. Mesela Yeni Şafak'tan Fehmi Koru, çeşitli ihtimalleri değerlendirdikten sonra, bunu salt gazetecilik işlevine bağlıyor ve bir de bu tutumdan dolayı Gruba aferin bahşediyor!.. Tekrar asıl konumuza dönelim; niçin böyle bir tartışma ve neden şimdi? Birileri bir şekilde hesaplaşma içine mi girdi? Böyle netameli konularda ihtilafın tarafları, değişik şekillerde karşılıklı mesaj alışverişinde bulunur. Bizim gibi saf dinleyici ve seyirciler, çoğu kez, meselenin özünden habersiz olarak, sadece konuşulanların zahiri manasıyla yetinir. Oysa, söylenen ve yazılanlarda daha derin anlamlar vardır. Bunu ise, işin erbabı ancak bilir veya anlayabilir. Hatırlayacaksınız Susurluk olayı sırasında da, birtakım üst düzey bürokratlar ve siyasiler, haftalarca, hatta aylarca televizyon ekranlarında, canlı yayınlarla karşılıklı olarak şifreli mesaj alışverişine girmişti. İşin aslı şudur: Devletin bazı önemli kurumlarında vaktiyle formüle edilen bazı işlerin niteliği ve hukuk kurallarına uygunluğu noktasında soru işaretleri var. Geçmişte de ülkemizde benzer hadiseler cereyan etti. Ama her seferinde güya devletin âli menfaatlerini haleldar etmemek için, olayların üzeri kalın bir şalla örtüldü. Mesela 1970'li yıllarda patlayan Locheed Skandalı; dünyanın pek çok ülkesinde bakanlar, hükümetler bu yüzden düştü. Hemen hepsinde olay her yönüyle soruşturuldu, sorumlulara da cezası verildi. Bir tek bizim ülkemiz hariç!.. Yani pislikler halının altına süpürüldü. Yine 1970'li yıllarda İtalya'da büyük hadiseler yaşandı. Bankacıların, bakanların, başbakanların, senatörlerin ve mason locasının karıştığı olaylar zinciri, İtalya'yı yıllarca büyük sarsıntılara maruz bıraktı. Ama İtalya hadisenin üzerine cesaretle gidebildi. Öyle ki, eski Başbakanlardan Bettino Craxi, demir parmaklıklar arkasına girmemek için yıllarca Tunus'ta sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı. P-2 Mason Locasının Şefi, Londra'da bir köprünün ayağında asılı bulundu. Olay intihar olarak haberleştirildi ama, doğrusu oluş biçimi çok kuşkulu idi... İleri yaşında devlet başkanı olan Fanfani, eğer yaşıyor olsaydı, muhtemelen uzun süre hapis veya mahkemelerde sürünüyor olacaktı!.. Evet, İtalya çok sarsıldı. Sayısız hükümet bunalımı yaşadı. Ama sonunda onların tabiriyle "Bağırsaklarını temizledi..." O sıralarda yapılan açıklamada özetle şöyle deniliyordu: "Eğer zamanında gerekli müdahale yapılmasaydı, İtalyan devletinin bütün çarkları mafyanın kontrolüne girecekti..." Türkiye'nin de lüzumsuz laf yarıştırmasından öte, devletin mekanizmaları ve işleyişini ciddi bir sorgulama ve denetimden geçirmesi gerekiyor. Bunu yapamazsa çok sıkıntı çeker...