Bizler, yani bugün 35-45 yaş arası olanlar, küçükken anne babalarını mutlu etmek için gözünün içine bakan çocuklardık. Şimdi de aynı şekilde çocuklarımızın gözlerinin içine bakıyoruz, acaba mutlu edebildik mi, acaba bir şikâyetleri var mı diye.
Bizlerin çocukluğu elbette anne-babalarımızın çocukluğundan çok daha iyi geçti. Ama bizim çocukluğumuz, kıtlık görmüş, yokluğun ne demek olduğunu çok iyi bilen anne babaların idaresinde geçti.
Bizim çocuklarımızın çocuklukları ise bizlerin idaresinde geçiyor. Yani kıtlık ve yokluk görmüş anne-babalar tarafından büyütülen, kendi eksik kaldıkları şeylerin yoksunluğunu yaşamış, içinde ukdeler kalmış anne babaların idaresinde.
Çocuğuna aldığı her oyuncağı aslında kendi çocukluğuna, kendine alan babalar. Kızına giydirdiği her kıyafeti aslında bilinçaltında kendi kızına giydiren anneler.
Mesela baba oğul, anne kız takım kıyafetleri görürsünüz. Aynı kıyafetin büyüğü ve küçüğünü çocuğuyla birlikte giyen anne babalar. Bilinçaltındaki temel sebep âdeta bir zaman makinesine binmişçesine kendi çocukluğuna dönmek, kendi çocukluğunu giydirip kuşandırmak.
Görünen niyet çocuklarına her şeyin iyisini layık görmek iken altındaki niyet bu. Kendi çocukluğuna borcunu ödemek.
Bunu yaparken de kendi çocuklarımıza büyük haksızlık yapıyoruz. Onları materyalist, kendisine sürekli bir şeyler alınan, doyumsuz, yetinmeyi bilmeyen, sonsuz bir kaynağı harcarmış gibi rahat insanlar olarak yetiştiriyoruz. Çok bencilce değil mi?
Bayram tatilinde birkaç şehirden oluşan bir tur yaptık. Oralarda gündüz ailemle gezdim, gece de o bölgedeki iş insanları, siyasetçiler ve kamu yöneticileriyle buluştuk.
40’lı yaşlara yakın, kendi alanında bölgenin en başarılı, en zengin iş adamlarından biriyle oturduk bir akşam. Sektörel olarak çok zorlu bir dönem atlattılar ekonomik manada. En büyüğü ergenlik çağına yakın dört çocuğu var.
Hem anne-babasına, hem eşine, hem de çocuklarına mükemmel bir hayat yaşatmak için ne büyük efor sarf ettiğini fark ettim anlattıklarından.
Durdurdum. “Kendin için ne yapıyorsun?” dedim. Şaşırdı. Anlattı günlük ve haftalık rutinini, benimle ya da benim gibi eşiyle-dostuyla yemek yemek, çay-kahve içmek dışında kendine özel hiçbir şeyi olmadığını fark ettiğinde daha çok şaşırdı.
Boş vakitlerden söz açılınca çocuklarla birlikte planlar yapmaya çalıştığını, ondan da çocuklarının her birini her seferinde mutlu edemediğini anlattı.
İşte bu tip babalar kendi şatolarını inşa eden, tahtta oturan, taç giyen ama özünde o şatonun hizmetkârı olan insanlar. Herkesin derdini anlattığı, kimsenin derdini sormadığı. Herkesin derdini çözen, kendi derdine bir türlü sıra gelmeyen.
Uçakta gelen anonsu hatırlarsınız. “Acil durumda oksijen maskesini önce kendinize, sonra çocuğunuza takın”. Bir anne ya da babanın kendisine sağlıklı bir alan açmadan, kendine özgü hobileri, uğraşları olmadan çocuklarına sağlıklı anne babalık yapması mümkün değil bana göre.
“Ben senin için saçımı süpürge ettim” diyen anne babaların hiçbirinin “Haklısın anne/baba ayıp ettim, şimdi farkına vardım hatamın” dediği görülmemiştir. Bu cümlenin cevabı her ilde, her dilde “Yapmasaydın!”dır. Vefasızca bir söz, değil mi? Peki ya doğruluk payı varsa?
İşte tam da burada Enfal suresi 28. ayet devreye giriyor. Meali:
“İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfatın ise yalnız Allah’ın yanında olduğunu unutmayın.”
Yüce Allah sırrı fısıldıyor bu ayette. Ben bu ayet-i kerimeyi hep “Mallarınıza, evlatlarınıza çok düşkün olmayın” gibi algılardım. Aslında çok daha derin bir anlam daha var.
“Evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir” sözü çok mühim. Peki evlatlar ancak birer imtihan sebebiyse, ne değildir? Ödül değildir. Hediye değildir. Esas amaç, hedef değildir. Hayatın anlamı, yegâne yaşam gayesi değildir. Bu çıkarımları yapabilir miyiz? Bence yapabiliriz. Çünkü oradaki “ancak”ın bir anlamı olmalı. Yüce Allah kendi nurundan yaratıp bizleri de dünyaya gönderme noktasında birer aracı, birer memur kıldığı ve bizim “evlat” dediğimiz o kulların anlamını açıklıyor.
Ve sonunda da şu vurucu cümleyle konuyu tamamlıyor. “Büyük mükâfat yalnız Allah’ın yanında”. Müthiş.
Kendisi de müstakbel eşi de hiç evlenmemiş ve 40’lı yaşların başlarında olan bir arkadaşım aradı. “Evleneceğiz, eşimle çocuk konusunu düşünüyoruz ama koca bir ömür boyunca bir insanın sorumluluğunu nasıl alacağız?” diye sordu.
Gülümsedim. Ömür boyu bir insanın sorumluluğunu almak mı? Öyle bir sorumluluğunuz yok ki dedim. Şaşırdı. Anlattım.
“Öncelikle bu iş nasip işi. Allah nasip eder de kucağınıza alırsanız İlk 4-5 yıl boyunca özel bir ilgi istiyor. Hayatının şekillendiği, beyninin sünger gibi olup dünyayı algıladığı yaşları da tam olarak bu yaşlar. Sonra okul başlıyor ve artık çocuğunuz sizin değil Millî Eğitim Bakanlığının. Siz sadece lojistik ve finans departmanısınız. Elbette hafta sonları, akşamları beraber geçecek zamanınız ama 10 yaşından itibaren artık kendi arkadaşları, okuldaki etkinlikleri, kampları, kursları derken eve onun da sizin gibi yorgun argın geldiğini göreceksiniz. Sonrasında zaten lise, artık koca bir büyük insan oluverdi. Siz finansal desteğe devam ederken şanslıysanız ve iyi bir ebeveyn-evlat ilişkiniz varsa ona zorluklara düştüğünde akıl hocalığı yapabilirsiniz, o kadar.
Özetle, kimsenin bir ömür sorumluluğunu almıyorsunuz. Onun rızkını da siz vermiyorsunuz. Siz sadece aracısınız. Kendinizi gözünüzde büyütmeyin.
Ha, 18-20 olur, hayırlı evlat, iyi bir dost olur, ondan sonra beraber kalan ömrünüz boyunca yanınızda olur. Allah korusun, tersi olur, zaten çıkar gider, adı evlat diye geçer. Yani iki durumda da çok kısa bir zorunluluk, bir sorumluluk süreci.”
Ömer Ekinci'nin önceki yazıları...
Allah razı olsun. Çok güzel tespitler ve yerinde olması gereken bakış açısı. Bu yazıyı okuyunca ne kadar gereksiz altında ezildiğimiz ve belimizin altında gıcırdadığı yükten kurtuluyoruz.