Derin uykudan büyük facia ile bir anda uyanmış, korkudan büyümüş gözlerle etrafımı seyreder gibi hep diken üzerindeydim.
Onun yani nefsin dikenli dal ve budaklarından kurtulmam çok zordu. Bu endişe ile doluydum hep. Solgun ve çaresiz ne zaman biteceğini bilemediğim ömrümün ahirini düşündükçe gözlerim büyüyor, olmayan aklım hepten başımdan gidiyordu. Derin uykudan büyük facia ile bir anda uyanmış, korkudan büyümüş gözlerle etrafımı seyreder gibi hep diken üzerindeydim. Çoğu zaman beti benzi soluk çehrem, teslim olmaya yaklaşıyor, çelimsiz, zayıf, çaresiz boyun büküp kalakalıyordum. İşte o zaman aklımı devreye sokup ilimle beraber hareket etmeye muvaffak olamazsam vay hâlimeydi! Netice, tam mânâsıyla felâket demekti. Yok eğer kaşa kaş, dişe diş direnip mücadele eder yılmazsam, azgın nefsim önce tepinmeye başlıyor, sonra titreyerek sokulacak bir delik arıyor ve masum ayaklarında timsah gözyaşları akıtıyordu. Bazen de hapis olduğu kafesinde acı acı feryat ederek acındırıyor, merhametimi istismar ediyordu. Bunun her türlü hile ve desiselerini bildiğimden çok korksam, hepten mecalsiz kalsam da teslim olmuyordum. Düşmandan yılmamak çok mühimdi, onu tanımak da... Tanımasaydım alt edemezdim zaten. İşte onu yendiğimdeki huzur ve saadetimi kelimelerle anlatmam imkânsız gibi. Ancak memnuniyetimi katıla katıla ağlamakla izah edebiliyordum. Bu amansız mücadele kesintisiz son nefesime kadar devam edecek demekti...
Kısa görüşmemiz beni fena sarsmıştı. Bu edep timsali asil çocuktan çok dersler almıştım. Niyetini anlatırken takındığı tavırları, o yaştaki büyük hedeflerini, kısa nehir kıyısındaki sohbetimiz ve bana söylediği eşi emsali olmayan seçilmiş cümleler, kafama dank etmişti. Kulağımda ise hâlâ yankılanıyor:
“Vaktinizi ayırıp hâl hatır sordunuz, çocuk demeyip dinlediniz ya; bu bile o kadar iyi geldi ki bana... Yalnız olmadığımı, derdimle dertlenen birileri olduğunu hissetmek çok kıymetli…” Rabbimin ne güzel kulları vardı. İçeride biri varsa bir işaret yeterdi. Îmân meselesinin küçüğü büyüğü, hanımı erkeği de yoktu. Kim talip olursa onun oluyordu bu sonsuz nimetler. Hazret-i Ali, radıyallahü teâlâ anh da çocuk yaşta îmânla şereflenmemiş miydi? Bu işlerin nasip meselesi olduğunu bildiğim hâlde yine de tam idrak edemiyordum.
Buna benzer bir hâdiseyi, hocam Eymen bin Nâbil'den dinlemiştim. Mübarek ne de iştahla anlatmıştı:
Olacak şey mi? İntihara karar vermiş bir kişi, gecenin bir vaktinde kapıma kadar gelmiş bağırıyor; “Ey dünya! Ey hayat! Sıkıldım artık oyunlarınızdan, sizin ikiyüzlü insanlarınızdan, yüzüme gülüp arkamdan kuyumu kazanlarınızdan sıkıldım! Yeter! Düşün yakamdan! Bırakın beni!” diyor, ortalığı velveleye veriyordu. Dünyadan bıktığını, hayatın çekilmez olduğunu, hiç kimsenin onu sevmediğini, bu yüzden yaşamasının da bir mânâ ifade etmediğini söyledi, ağladı. Baktım iş pek ciddi. Onu pek mühimsedim, karşıma aldım, bütün kalbimle, hayatın memattan daha kıymetli olduğunu anlatıp ikna etmeye çalıştım. Hani derler ya "Aka kara, karaya ak demek demiyor…” çeşidinden inat mı inat biriydi. Uzun müddet konuştum, kırk dereden kırk su getirdim. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...