Müflis bir tüccar gibi listelerin asıldığı panoya yaklaştım...

A -
A +

Listelerin asılı olduğu panoya iyice yanaştım. En alttan itibaren ismimi aramaya başladım. Alt sıralarda yani yedeklerin içinde yoktum.

 

 

 

İstanbul’un yüksek binaları, camileri, her biri mızrak gibi göğe yükselen minareleri ardından kıpkızıl bir güneş doğuyordu yine. İlk geldiğim günkü gibi kalın giyinmemiştim bu sefer. Küçük kardeşim Sagıp ter döktüğümü fark etmiş, bana yazlık bir pantolon, ona münasip gömlek, çorap ayarlamıştı. Dışım, yani kılık kıyafetim İstanbul'a münasip olmuştu ama içim hâlâ Erzurumlu, kafam tam köylüydü.

 

Bir bekçi kulübesinin önünden geçerken içeri bakıyorum, “kapısını açık bırakarak çıkmış” diyorum gayr-i ihtiyari. Hâlâ memlekette, köyümüzün hülyasındayım.

 

Nardan sini gibi güneşe bakıp hayvanları çobana götürdüğüm sabahları Topyolu dağının gerisinden mavi semaya yükselen güneşi hatırlıyorum. Güneş, aynı güneş fakat oradaki toprağın ısınması başka, nefes alışı başka, yeşili başka, buradaki bambaşkaydı.

 

Yüreğime bir kor düşmüştü. Her şeyini kaybetmiş müflis bir tüccar telaşıyla listelerin asıldığı panoya yaklaştım. Kendi kendime diyordum ki: “Kazanmam mümkün değil! Onu çok iyi biliyorum. Olmaz da hani illa da kazananların arasında ismim varsa o da en altlarda olur!”

 

Bu ruh hâliyle, listelerin asılı olduğu panoya iyice yanaştım. En alttan itibaren ismimi aramaya başladım. Alt sıralarda yani yedeklerin içinde yoktum. Ortalara geldim yine göremedim. Tamamen ümidim bitti. Küt küt kalp atışlarımı duyuyordum. Rengim iyice sarardı, soldu. “Bundan sonra imkânsız, olamaz, hadi güle güle Ragıp Bey!” diyerek listeyi incelemeye devam ediyordum. Belki bir tanıdık isim var mıdır kabilinden. En üst sıradakilere gelince “Ragıp Karadayı” yazısını gördüm. Nefesim kesilecek gibi oldu. "Bir yanlışlık olmalı. Yoksa ben kazanmayanlar listesine mi bakıyorum” diye söylenerek bir daha bir daha okudum.

 

Nasreddin Hoca'nın merkebini kaybettikten sonra bulmasının sevinci gibi büyük bir sevinç içindeydim. Her şeyden önce memleketime, köye eli boş dönmeyecektim. Aile efradıma üzülecekleri bir haber götürmeyecektim. O zamanki hâlet-i ruhiyemi tam olarak anlatacak kelime bulamıyorum. O hâl zaten tasvir edilemez ancak yaşanırdı.

 

Benim sevinçten yüzümün al al olduğunu gören bir hippi; "Ne o kıro, sen de mi bir şey bekliyorsun?" dedi, laf attı. Duymazlıktan geldim. Bize nasıl bakıldığını bir daha yakinen görmek böyle bir şeymiş meğer...

 

Enstitüye başladığımda o imtihanda mankenimiz olan Musa ile arkadaş olduk. Bir ara bana; “Biliyor musun Ragıp, imtihan edilirken, yukarıdan herkesin çizimlerini görüyordum. Sizin kazanacağınızdan emindim. Hatta bir yolunu bulup tebrik edecektim fırsat bulamadım” diyerek bizi taltif etmişti. Ben de ona; “O zaman bir işaret verseydin o kadar boşu boşuna üzülmezdim” deyip hâlimi anlatmış, gülüşmüştük.

 

 

 

Sanma öğlene kadar,

 

Bil ki ölene kadar,

 

Asla unutmam seni,

 

Ecel gelene kadar.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.