Benim için “Ah bu çocuk!” dedikleri oluyordu zaman zaman. İyi mânâda mı yoksa kötü mânâda mıydı pek anlamazdım...
Tabii ya; anlatmıştı hani: “İnsan ölünce” demişti, şehadet parmağını yukarı kaldırarak, “Allahü teâlânın emirlerine uyan iyi biri Cennete gider, uymayan, isyankâr, günahkârlar, yani kötü kimseler ise Cehenneme. Cennette her güzel şeyden, istediğin kadar var! Cehennemde yalnız ateş...” Anacığıma da sormuştum, o da “Evet, aynen öyledir evlat!” demişti, “Cennette her şey bol, sıkıntı, üzüntü, keder hiç yok!”
Gene de sıkıntımı dağıtmaya yetmezdi. Teselli bulamazdım bu anlatılanlardan.
Çünkü tam olarak emin olamazdım "Cennetlik miyim, yoksa Cehennemlik mi?" diye. Benim için “Ah bu çocuk!” dedikleri oluyordu zaman zaman. İyi mânâda mı yoksa kötü mânâda mıydı pek anlamazdım, hayra yorardım o zamanki aklımla. Misafirliklerde kırıp döktüğüm şeyler hatırı sayılırdı: Nice küpler ellerimin arasında toprak oldu… Anneciğim bana kızdığında: “Çocuktur; vurma. İstemeden olmuştur...” deseler de ben içten içe bilirdim: Sırf meraktan, bile bile uğraşır, fazla zorlayınca kırılır elimde kalırdı çoğu kez.
Arkadaşlarımla iyi geçinirdim, herkes benimle oynamaktan zevk alırdı. Çünkü mızıkçılık yapmazdım. Hır çıkaranların sevilmediğini gördükten sonra öyle biri olmaktan utanırdım, canım yandığında ağlardım ama kimseleri ağlatmazdım. “Şaka olsun" diye, bir defa komşunun çocuğunu ısırmıştım, ağlayınca ne kadar üzülmüştüm. İlk ve son yaramazlığım o olmuştu. Bunları düşündükçe, içim bir hoş oluyordu.
Kendimi kifayetsiz gördüğümden mi ne “Böyle gidersem kesin Cehennemliklerden olurum!” korkusu karabasan gibi üzerime çökerdi. Dilim döndüğünce, tövbe istiğfar söyler, bildiğim duâları okur, Kelime-i şahadet getirirdim sık sık. Hesap gününün dehşetini, alev alev yanan devasa ocakları, fokur fokur kaynayan lav dolu kazanları, zebanileri düşündükçe sarsılırdım. Sanırdım ki birazdan kapımı çalacak beni alıp götürecekler. Bir türlü defedemezdim gözümün önünden. Sonunda üzerimde ne varsa fırlatır, paldır küldür yatağımdan çıkardım. Ayaklarımın altında çatır çutur ezilen, etime batanları, zerre umursamadan kendimi dışarıya atar, abdestimi alır, namazlarımı geçirmezdim. İşin başı, namazı dosdoğru kılmak olduğunu pekiyi anlamıştım.
Kaç sene mi oldu?
Ne sen sormuş ol, ne de ben cevaplamış olayım. Oldum olası geçirdiğim seneleri aklımda tutamazdım. Çok zor suâl bence...
En son ne zaman bunları düşünmüşüm? Tam hatırlamıyorum doğrusu. Çok seneler geçti, çok insanlar öldü, unutuldu kayboldular zaten. Kimisi gitti geri gelmedi, kimini eşkıyalar katletti, kimi hastalandı, kimi düştü çıkmadı, kimi yattı kalkamadı. Tanıdığım insanlar tek tek terk edip göçtüler ahirete. Zavallı dünyam zamanla fakirleşti, küçüldü. Onun yerini hayallerim, sınırsız düşüncelerim aldı.
Baba ocağında pek kalın bir kale duvarı ile çepeçevre ihata edilmiş gibi hissediyordum kendimi. “Artık büyüdün, adam gibi adam oldun oğlum...” deyip bir sürüye çoban vermiş, sonra da “ne olur ne olmaz" diye düşünüp geri almışlardı. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...